31 Ocak 2010 Pazar

Gün 5. Alpler ve çikolataları

Şahane kağıtlara imza atıp, Stockholm’de yeni bir mağaza anlaşması yapıyoruz. Ülkede üç tane mağaza, bir de fabrikası olan ufak bir şirketin Amerika Birleşik Devleti’nin Eyaleti olmuşçasına seviniyor herkes. Akşam çıkışta kutlama planları yapılıyor, İsveçli müstakbel mağaza müdürü sevinçle ve hararetle herkesin elini sıkmaya çalışıyor. Sosis parmak fotoğraf makinasıyla pozlar yakalamaya çalışıyor.
Günün en çok çalışan elemanı olarak vesikalığımı kapıya koymaya karar versem de, İsveç adam Grooyn odama gelip, derinleşen kelini göstermek istercesine “Artık işimiz daha çok olacak” gibilerinden espriler yapıp duruyor. Halbuki parmağındaki alyans o kadar parlıyor ki, muhtemelen yeniliğinden ya da o kadar kötü bir imitasyon, her defasında gözlerimi kamaştırıyor. Konstantrasyonum bozuluyor konuşurken, cümlenin sonuna getireceğim eylemleri karıştırıp duruyorum.

“Daha çok geleceğiz.”

“daha çok gereceğiz.” Gibi.

Birkaç emlak işini bitirdikten sonra. Sabahları akşamları aklıma takılan o dava geliyor aklıma: Komşum. Gece gündüz üzerine yoğunlaşacağım bir dava gibi davranıp ince ince düşünüyorum her şeyi. Bazen düşünmeyi kesip, neden düşünemiyorum diye şikayet bil ediyorum etrafa.

Sonra kahve falan getiriyor bir teyze. Üç beş hazırlanmış metinleri düzeltip dilden dile köprü buluyorum.

Aslında tam olarak sorun benim insanlar üzerinde düşünmememdir. İnsanlar üzerinde kafa yormaya başlarsa insan muhtemelen yaşadıklarının önemi kaybolur, geriye insanlar ve yaptıkları ve saçma sapan saplantılar kalır. Ne dedi, ne değişti sorularının peşi sırası eksilmez. İnsanin beynine düştü mü kurt, kurtulmanın yolu sadece başkasının elindedir. Bir nevi bağımlılık yaratır insanda karşıdaki. Hangi sağlıklı insan buna ihtiyaç duysun ki desem de, bu gün sağlıklı diye tanınan herkeste olan bir durum. Herkes kocasının gömleğinde rujun nedenselliğine, karısının neden başının ağrıdığına, komşusunu neden onla pazara gitmek istemediğine, kız kardeşinin neden ortalık yerde seni rezil etmek istediğine, en yakın arkadaşını neden senin diğer arkdaşlarına daha yakın olmak istediğini daimi olarak sorgular. İnsanlar hakkında o kadar çok düşünürüz ki, sonra sorgulamaya başlarız. Düşünecek binlerce şey varken sadece aksiyonlar önemliymiş gibi davranırız, aslında ne kadar sıradan olduğumuzu kendimize yeniden kanıtlarız. Sorulacak binlerce mantıklı soru varken “bunu bana nasıl yaptı, nasıl karakterde biri o” diye hep üçüncü kişiye yükleniriz. Hani bir evde yangın çıkar da külü bir türlü temizlenmez ya. Ne zaman bitti diye yer silicisinin suyunu değiştiririz, ama kenarlarda hala küller vardır. Sürekli kül içindeyizdir.

Evet, olayların öneminin yerine insanlara, onların davranışlarına, yanlarında hissettiklerinize yöneldiğimizde aslında tüm önem erir gider, güneşte kalan çikolata gibi. Tadı da bir hoş olur, tamamen çöpe gitmelidir artık. Bir süre bu his hoşa gitse de sonra bozulacaktır. Tartışmalar, sıradanlaşma, gerçek işlerin aksaması. Hep insanlar ve boş düşünceleri tarafından icat edilmiştir.

İşte sıradanlaşma, aşırı düşünme bundan böyle o adam daha da korkuyla yaklaştıracak diğer önemli unsurlar. Öte yandan bu beyin fırtınası sayesinde bulduğum birkaç his de korkunun git gide kırmızı sinyale ulaştığının habercisi olma yolunda. O da komşumda duyduğum korku, şaşkınlığın yanında duran huzur. Belki rüya çok tetikledi bu hislerin aniden parlamasına, ne kadar gerçekliğini yitirse de onu düşündüğümde aldığım huzur hissini daha önce yaşamadığım bir duygu olduğu için kıyaslayamıyorum dahi.

Bu acıklık karşısında göz yaşlarımı tutuyorum, duygulanmıyorum. Bunları düşündüğüm için aynadaki yansımam nanik yapmaya başlıyor. Ben de cevaben kulaklarımı oynatıyorum.

Akşam konuşacağım onla.

--

Akşam konuşacak cesareti bulamıyorum. İkide bir kapının dışına çıkıp eve geri geliyorum. Kapının önündeki paspası çırpıyorum, yerini düzeltiyorum. Cesaret bulup bir anda kaybediyorum. O garip korkuyunun sırrını çözmeye çalışıyorum ama gözümün kararması çok zaman almadan. Kapısını zır zır çalıyorum.

Kapı açılıyor. Adam gülümsüyor, buyrun diyor kibarca, içeri giriyorum. Şahane bir ev tasarımı ile karşı karşıya değilim, sıradan bir ev ve kapıları var. Binlerce kitap görüyorum; hepsi orta çağdan kalmış gibi. Evdeki tüm kokuyu oluşturan bu kitaplar aslında. Kitaplardan sonra evde kendini belli eden diğer detay ise mumlar olmalı. Bazıları kitapların üstünde yakılmış, hatta oraya biraz yayılmış. Oysa aydınlatma oldukça güzel evde, yanlardan gelen, hafif karanlıkla gelen bir aydınlatma.

Eh klasik bir entelektüel evi işte. Fazla renkli değil, koltuklar rahat, kitaplar falan bir de çalışma masasının evin merkezinde olması ve en önemli oymuş gibi davranılması.

O gün hakkında biraz açıklama yapıyorum. Tansiyonumun bu aralar iyi olmadığı gibi palavralar atıyorum. Sonra yine gereksiz bir şekilde kablolu tv ve yayınlarından, kanallardan bahsediyorum. O ara bir kahve tutuşturuyor elime. Kahve insanı değilim, demek istiyorum buyurgan hareketlerine karşı. Diyemiyorum. Adam tüm eleştri gücümü yerinden söküyor, gereksizce konuşturuyor beni tam saçmalamanın sınırlarında hissediyorum. Diğer hissim ise alaycı olma. O bakışlar altında ve o ev altında haddinden fazla alaycı oluyorum. Bu can sıkıcı ve biraz gerilimli halim onu da tedirgin etmiş gibi görünüyor. Birden alnındaki damarları görüyorum. Yavaş yavaş göz çevresindeki kırışıklıklara kayıyor gözüm, uzun yüzünü uzun süre inceliyorum. Yaşımın iki katı olmalı.

“Kitaplarınızın çoğu eski.”

Yabancı bir adamın burada, herhangi bir apartman dairesine uluslar arası taşıma şirketleri ile anlaşıp kitaplarını nasıl getirdiğini hayal ediyorum. Sabun kolileri içinde.

“Eski iyidir. İyi olduğu için eskimeye devam edecek.”

Nahoş herif. Bir süre sonra eve gidiyorum. Kapıma yaslanıp, bu klasik hareketi hakederek, karnımdaki acıyı dindirmeye çalışıyorum. Telefon sesi. “Bir haftaya İsveç’e gidiyorsun”.

Gün 4. Gerçek dostlar ve gerçek rüyalar

Tatiller insanı kendine getirir ve aslında ne aciz bir varlık olduğunu anlatmaya çalışır. Boşluk içine giren insan acayip saçmalar, her şeyi düşünür, binlerce hastalık bulup, arkadaşlarına komplo kurar. Bir şey olmamış gibi internetin en gereksiz sayfalarını kendine siper eder. Dergi testi çözer. Yalnızlığın ve tatilin zehiri sadece pazartesiden çıkan panzehirdir.

Bana sökmez. Benim çok önemli işlerim vardır tatil günleri. Kendimi kıskanacaksam haftasonu kıskanırım.
Pazar bulmacasının her sayfasını bitirdiğimde öğlen olmuştu. Temizlik yapmak istedim hemen. Aslında istemedim de, mecbur kaldım. Binlerce parazit pusu kurup bağışıklık sistemime iddaya giriyorlardı. Hissettim bunu. Aslında aklımdan bir melodi geçiyor sürekli dın dın dırı dın diye, keşke onu çıkarıp yazsam.

Kapı çaldı, hem de saat 12.14, hem de Pazar. Uğursuzlar.

Karşımda biraz mahçup, biraz kırmızı uzun boylu hafif orta yaşlı, ama hafif, bir adam beliriyor. Avrupai görünümü konuşmasıyla belli ederken, “Merhaba, ben kat komşunuzum, acaba ….” Sadece apartmana yönelik, şu an da beni bile ilgilendirmeyen fazladan uzayan bir sorunun soru kelimesini yanlış sonlandırmasıyla bitiyor. Uzun süre dalıyorum adama, cidden neden bahsettiğini anlamıyorum, kafamı vermiyorum.
Dehşete kapılıyorum. Binlerce kaçış planı yapıyorum. Boşluktan kendimi attığımı hayal ediyorum, kapıyı yüzüne kapatıp onlarca kilidi indirmeyi. “DEFOOL” diye bağırmayı…. On yaşında bir çocuğun, birini sevdiğini hissettiğinde yaptığı şeyi yapma ihtimaline giriyorum, yüksek bir oranla.

Daha heyecan ama aslında korku verici olan şeyse, rüyamdaki adamın yarım yamalak Türkçesi ile kablolu yayın hakkında sorular sorması. Göz bebeklerimin büyüdüğüne yemin edebilirim. Belki de behçettim, astımım, anemim arttı.

“Ne oldu size böyle?”

“Tansiyon sanırım, başım döndü. Afedersiniz.”

“yardım edeyim size?”

İçeri giriyor, ayakkabılarını çıkarmadan. Su alıyor ve bana tutuşturuyor, oturtmaya çalışıyor. Düşününce bir yabancıya göre ne kadar samimi. Hala korkum olsa da yabancı değil o bana. Bir an rüyamı ona da mı anlatsam diye düşünüyorum, sonra geçmiş yıllardaki başarısızlık oranlarım çizelge halinde gözümün önüne geliyor.
Sorularını cevaplayıp göndermeye bakıyorum bir an önce.
-
Akşam Sosis Parmak’tan bir telefon geliyor, “Yarın bir saat erken gelin, toplantı olacak” diye. Sosis adam. Aslında kalbi de sosisten.

İki tek atmaya dışarı çıkıyorum.

Yalan söyledim. En nefret ettiğim şey varsa o da tek atmaktır. Kola, meyve suyu ve ya asitli içecekleri alkolden daha lezzetli buluyorum ve aslında insanın kafasının güzel olması oldukça rezil bir durum. Beynindeki hücreleri bir bir öldürürken ve denge problemleri yaşarken, müzik bile rahatsız edici gelirken mi eğleniyor insanlar? Ağzın yüzün buruşuyor, karşındakinin saçmalıklarını dinliyor (ve o seninkini), kol kola girip sokakta büyük adımlarla şarkı mı söylemek eğlendirici?

Günümüz modern insanın psikolojik sorunlarının tavan yapmasına şaşmamalı.

İnternet kafeye, oradan X Çalışanları Lokali’ne de gitmiyorum tabi. Alkolsüz içecekleri, alkollüleri ile aynı fiyatta birkaç pub listesinden faydalanıp, okuldan eski bir arkadaşımı çağırıyorum. Llor ismi. Dünyada birinin cenazemi kaldırılması istense, sadece bunu yapabilecek tek insan. Ailem dışında, içimdeki cevheri bilen, buna saygı duyan biri Llor. Cevher dediysem de dünyaya olan yegane sevgimden bahsediyorum tabii.

Llor lisede kenarda oturan ve dünyadan haberdar olmayan, günümüz gençlerinden biriydi. Burnu iyi koku almaz, yolda giderken kimsenin orasını burasını incelemez, dünyavi tek zevki parmaklarını kenetleyip acil çözümler bulup, not defterine bir bir geçirmesidir. Onbeş yaşından beri tanıyordum onu ve dünyadan hala bihaber.
Pubta buluşmaya karar verdik. Yeni bir ceket giymişti bugün. İlk bakışta tanıyamadım, zaten ilk bakışta Llor’u annesi bile tanımaz eminim. Herkese benzeyen saçları var. Gözlerine bakınca da herkesin sahip olduğu bir rengi var, ama Llor konuştukça ayrılır herkesten. Dünya bir yana Llor bir yana çekilir ve yemin ederim bununla gurur duyarım.

“Annen nasıl Llor?”

“Senden hallice. Şu kokuyu alıyor musun? Korku kokuyorsun.”

Ah şu Llor da bir alem canım. Ancak kendimde komşu ve rüya ilişkisinden bahsedecek gücü bulamıyorum. Ortaokuldan bahsediyorum uzun uzun. Gerçek bir darp yarası almış taklidi yapıyorum. Bardakileri inceliyorum, isim falan veriyoruz beraber. Yere mısır atıp eziyoruz tüm gece.

Arabasıyla beni eve bırakmaya karar veriyor. Park yerinden çıkarken alkolün etkisiyle yandaki arabayı da çizmeyi ihmal etmiyoruz.

Çılgınlığımızdan gidip posta kutularını beyzbol sopasıyla ezeceğiz.

Derken Llor’u koltuğumda sızmış buluyorum, ben televizyonu izlerken arada kalkıp böğürme sesleri içinde lavaboya koşuyor, geri gelip yatıyor.

Hiç midem bulanmıyor, o benim gerçek dostum.

Gün 2. Sosis parmaklar ve Rüyalar.

İnsanlar birbirlerinin rüyasını dinlemekten bu kadar nefret ettiklerini anladığımda ufak bir çocuktum. Çünkü o gerçek tatlı ve renkli rüyalara ben sahiptim. Film gibi canlı, doğaüstü ve ya hayallerimi yansıtabiliyordum. Kıskanıldığımdan dinlenmediğimi düşünmüştüm, yıllarca sonra daha gerçekçi bir bakış açısı kazandım. Kimse gerçekte varolmayan bir durumu dinlemek istemiyordu aslında.

Suçlamamak lazım. Ancak suçu hakedenler de var. Aslında tüm rüyalar gerçektir.
Yatağımdan kalktığımda gerçekliği bulup, hayatın anlamını çözmemiştim. Gün ışığı dolan sarı duvarlar o kadar parlıyordu ki, gözlerimi açamıyordum. Yarı çıplak bin tonluk battaniye ve yorganın altından enkazımı çıkarttım.

Gözlerimi ovuştururken, yatağın ortasına oturup uzun süre duvara daldım. Aklım tabi ki duvardaki o saçma filmin sahnelerine dalmadı kesinlikle.

Aynı zamanda rüyamı düşündüm.

Parlak, gerçekliği olan rüyamı.

(Rüyamı yazdım zaten, şu altta bulabilirsiniz. Saoğlun.)

Gerçek dünyaya uyanış. Keşke gerçek olsaydı.

Bir şey olmamış gibi doğruca işe gidiyorum. Doğru ya söylemedim. Zaman zaman çalışıyorum bir işte. Tabak, çatal, kaşık, bardak, çay altlığı, vazo, meyvelik, gümüşlük satan bir mağazada bazı hesap ve uluslar arası kâğıt işlerini yapıyorum. Aslında ne kadar yoğun gibi görünse de oldukça boş, hatta bu boşluktan dolayı işe girdiğim iki yılın ardından iki tane üçer sezonluk dizi bitirdim, 104 kitap ve ya roman ve her ay işyerine ücretsiz gelen ekonomi dergisini okudum. Neredeyse uluslar arası ilişkiler sıfır olduğu ve sadece üründen ürüne hesap yaptığım için. Tam tedrisatlı muhasebeciler zaten mağazanın daha üst katlarında oturuyor. Aslında bu bir sır olsun ama bana ihtiyaçları yok.

Otobüs durağından mağazaya yaklaşık yüz adım var. Bazen sayıyordum ama şu sıralar otobüs şöforleri tam olarak durakta durmuyorlar.

Sevimsiz günaydınlar, kasadaki Lemiau’nun kırıkları parmağını hala yara bandıyla kapatması, yeni gelen turuncu cam geniş kaseler ve sabahın köründe damlayan insanlar. Ciddi görünmek için bana zorla giydirilen iş kıyafetleri var tabi. Onun dışında her şey aynı. Hücresel bütünlük ve ya birbirini tamamlayan oyun kartları.
Ofise hızlı adımlarla çıkıp kapıyı kapatıyorum, bir süre beni o deli gibi rahatsız eden yüksek topuklu ayakkabılarımı kaloriferin üzerine geçirdikten sonra plastik terlikleri geçiriyorum hemen ayaklarıma. Dünyada böyle bir rahatlama yoktur ya iyi ki masaları yere kadar tasarlıyor şu mobilya tasarımcıları.

Günlük gazeteleri açıyorum. Önemsiz önemsiz haberler, enflasyon, bilmemne bakanının çok şahane açıklamaları. En güzeli üçüncü sayfa. Bugün kimlerin kaçırıldığı beni çok meraklandırmıyor ama, gene de gerçeklik sanki oradan akıyor gibi.

Gerçeklik.

Dünkü kanlı bıçağın orada durmasının haklı bir sebebini görüyorum. Gerçek bir duruma tanıklık etmeyi ihmal de ettirmiyorlar hani. Aslında bıçağın on metre ilerisinde bir ceset bulunmuş, 34 yerinden bıçaklanmış ve uzun bir süre bıçağı aramışlar. En son artık birkaç vatandaş bulmuş bıçağı, kenardaki polis merkezine gitmişler peçeteyle tuta tuta.

Vay be, demek aslında en önce ben gördüm ama çaktırmadım kendime bile.
Gazeteyi kapatıp, kahraman nedenlerle o cinayeti işlemişim gibi davranıyorum. İçim ürperiyor. Tık tık sesiyle ayılıyorum ama. Sosis parmaklı müdür Yhsiep Bey bir dosya ile geliyor. “İsveç bir şey mi istiyor ne?” diyerek.

Gün 1. Kuşkular ve Sibiryalılar

Gelmek uzun süren bir eylem değil, sahip olmak kadar en azından. Bir eve sahiptim ve gelmiştim. Her şeyi daha inandırıcı kılar.

Bugün Minoua ile görüşmem vardı. Sabah onun için ıslak saçla dışarı çıkıp tüm gün burnun akmasına sebep olmak çok da mantıklı bir sebep değildi.

Buluşmalara görüşme demek bazen daha uygun olabiliyor. Resmiyet bazen o kadar konuşuyor ki. Peşi sıra getirdiği onbir arkadaşı ile tokalaşma, yalan gülümseme, dinliyormuş gibi yapma, nezaketen muhabbete katılma şeyler yapılıyorsa, buluşma düşüp görüşmeye dönüyor: zorundalık hissi getiriliyor olaya. Sadece onbir değil, bir kişiden de çıkıyor.

Her şey güzel gibi görünürken hava kararmaya yakın, otobüs bulmamayı bahane edip ayrılıyorum. Hava o kadar soğuktu ki zaten bugün, kararmaya da yaklaşmıştı, beteri ayaz dediğimiz katil hava dalgası tüm vücudumu istila ediyordu. Burnumun kırılmasından korkup sık sık eldivenlerimle burnumu sıvazlıyordum.

Durağa yaklaşmışken yere doğru hafifçe parlayan bir şey bütün dikkatimi dağıtıp objeye yaklaştırdı kendini. Kanlı bir bıçak. Umursamadım tabii, bu bölümde bunu görmek sonradan karnıma girmesini sağlamazdı herhalde.

Silah patlar hesabı.

Eve gelmek daha güzeldi.

Sonra gün bitti, binbir kuşku ile.

28 Ocak 2010 Perşembe

Gerçeklik Payı

Öncelikle garip, kullanışsız bir hastane. Geniş bir koridor, dar oadalara çıkıyor. Kapılar genelde camlı, gizliliğin olmadığı bir yer. Zemin tahta gibi ama aslında eski tarzda döşenmiş. Kaybolma riski o kadar yüksek ki korkarak ve her yeri ezberleyerek ilerliyor insan.

“Şimdi şu kapıdan çıktım, mavi gibi olandan, tamam ilerledim… Bir dakika ya gene aynı kapı ama karşısında başka bir oda var.” kesinlikle geçiriyorum bu anı, çift kontrolsüzlükle.

Doktorlar içerlerde aslında ama ben o an hastaneyi oldukça boş bulduğumdan “terkedilmiş” endişesi yaşıyorum. İçeri dolan gün ışığı eski bir binada olmanın verdiği samimiyeti pekiştiriyor. Hızla tuvalate gitmeye çalışıyorum. Yanımda değişen insanlar var. Çantamı sıkı sıkı kavrıyorum ki hızlıca işimi halledeyim.

Tuvaletin kapısı sanki bir ahırın giriş kapısı gibi. Tamamen tahta, yeşile boyanmış ama el yapımı gibi. Kapının alt tarafı eskimiş, aslında erimiş… Kapı kilidi ise eski usül takmalı olanlardan. Bu hastane eski olabilir ama küflü bir kapıyı hak edecek kadar demode olduğunu sanmam. Ayrıca tuvaletin el yıkama kısmı o kadar dar ki, iki dişi birbirine sürterek geçmek zorunda.

Kıyafetimi düzeltiyorum. Az önce pantolon giymiş olduğumu sanıyorum ama hayır. Siyah mus çorap var, ayaklarımda düz ayakkabılar. Bluzümü eteğimden çıkarınca elbise gibi görünen mavi çiçekli bir elbise. Kolları ise iki kat ispanyol. Birden oldukça eski model, ki ortama ne kadar uyumlu, ve oldukça şık hissediyorum. Şanslı bir gün.
Ancak lenslerimi takmadan çıkmak zorundayım. Yanımda tanımadığım biri beni bir odaya alıyor. Gözlüğümü düzeltiyorum, sürekli bulanıklaşıyor her yer.

En sonunda bir odaya girdiğimde tüm ortaokul arkadaşlarımı görür gibi oluyorum. Beni hiç mi hiç kaale almadıklarından dolayı sinirleniyorum. Hepsini tanımaya çalışıyorum, bağıra bağıra heyecanlanıyorum. Hepsi ne kadar büyümüş, evrim geçirmişler ! Ne de olsa yıllar geçti… En son Erkan diye bir çocuk geliyor odaya, sanırım adı Erkan’dı. Bana sınıf buluşmasının nerede olduğunu soruyor. Ama beni tanımıyor. Sinirlerim iyice geriliyor.

Bir gün öğretmenimiz henüz ortaokula geçmeden fen bilgisi dersinde katı, sıvı ve gaz maddeleri anlatıyordu. Sıvılara geldiğimizde elinde bir avuç kumu bir çay bardağına boşalttı, sonra bardaktan masaya döktü. “bakın çocuklar bu kum konduğu kabın şeklini alıyor. Hhup hup.”

Hemen devam etmişti. “haydi o zaman tahmin zamanı: katı diyenler kapının oraya, sıvı diyenler pencereye, gaz diyenler mevsimlerin yazdığı duvara gitsin.”

Sınıfın yarısı katıya, yarısı sıvıya gitmişti. Ama Erkan gaza.

Ondan dolayı epey aklımdadır Erkan. Ama beni tanımaması gerçekten üzücü. Hatta sinir bozucu. Bunun üzerine neden bilmiyorum ama, KLASSENTREFEN!(sınıf buluşması) diye bağırıyorum.

Kimse duymuyor.

Hastanenin güneşli koridorlarına atıyorum kendimi. Moronlar, diyorum. Yıllarca sizsiz idare ettim ben.

Geziyorum bir süre, tekrar tuvaleti arıyorum. Lenslerimi takacağım bu sefer. O kadar kayboluyorum ki, kaybolmanın miktarı mı varış demeyin. Gülüşmeler geliyor, bazen müzik sesi. Korkuyorum. Bazen bir dersane gibi hissettiriyor kendini, ya da boş bir okul. Yalnızlığımdan da ürküyorum ama çıkışı bulamıyorum.

En son doktor odasının kapısı aralanıyor. İçeride bir sürü doktor görüyorum. Bir kaçı da beni. Korkum yükseliyor ve yolumu değiştiriyorum. Hızla kayboluşa tekrar geçiyorum. Sonra insanlar geliyor. Bir şey bekliyorlar. Konser gibi bir bekleyiş bu. Ufak bir büfe var, üzerinde fosfor yeşili peynir parlayan çörekler satıyorlar. O kısım karanlıkta kalmış, çünkü perdeleri çekmiş bekliyorlar. İnsanları görmek rahatlatıyor.

Hala lenslerimi takmaya çalışıyorum hararetle.

O an birini görüyorum. Bana çok tanıdık bir yüz, orada burada süreki gördüğüm birisi. Belki mahallenin kenarında oturan o adam, belki otobüs sürücüsü, belki gittiğim oyundaki bir rejisör. Ama tanıdığım ve sıkça gördüğüm bir adam. Gerçekten biliyorum.

Bu sefer göz göze geliyoruz. Tanımamış gibi yapıp yolumu değiştiriyorum. Hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalışırken kıvraklığı ile yanımda beliriyor. Ben onu görmemezlikten geldiğimi anlamış olsa gerek ki, beni iyice utandırır gibi. Hızlı hızlı yürütüyor beni.

Ben, “Wow you’re really tall.” (vay, cidden uzunmuşsun.)

O, “Yes… and umm how old are you?” (bu soruyu oldukça sarkazmla, yaş boy oranı için soruyor.) (evet… sen kaç yaşındasın ki?)

Bense aksanını taklit edip keskin keskin “You” sesi çıkarıyorum. “I dunno” diye devam ettirip, “Maybe you can guess…” (seeğğn… Bilmem.. Belki sen tahmin edebilirsin)

“Umm… Four?” (hmm.. dört mü?)

“Exactly! ” (kesinlikle!)

Gülüşüyoruz kısa bir süre. Ardından kenara geçip, ezberlemiş gibi şunları söylemeye başlıyor hızlı hızlı : “je parle flou, avec des mots et du papier, je brouille tout, et c'est à toi de deviner, j'ai jamais eu l'cran d'effacer et quand j'essaie de raturer, j'ai des regrets…”

Ben dona kalıyorum. O an elinde uzun bir çubuk var. Yüzüne bakıyorum… o kadar gerçek ki. “I dont unders..” derken elindeki çubukla bir araya işaret ediyor. Karanlık bir ara ama kapı var. Beni komutlarıyla yönetiyor ama o kadar memnunum ki, sopayla yol açıyor. Önden gitmemi bekliyor. Araya giriyorum ama kapıyı açma cesareti bulamıyorum. Yanından ayrılma korkusu saıyor. Aralıktan gizlice ona bakıyorum. Derken insanlar geliyor… onlar giriyor.

Hızlı davranmam gerek, “ben pek anlayamam ama İngilizceden” demeyi bekliyorum, kafamda cümlesini kuruyorum. Ama birden yokoluyor. Çaresiz salona yöneliyorum.
Sahnesiz bir tiyatro salonuna götürüyor bizi ayaklarımız ve o karanlık ara. Yer yer boşluklar var, sahne ışıklarıyla aydınlatılmış, tamamen loş bir yer. Yastıklar var yerde de, dekorun bir parçası olmalı.

Acaba daha demin bana repliğinden mi söyledi?

Ön sıraya bir kızın yanına oturuyorum. Kapıdaki arkadaşı ile iletişim kurmaya çalışıyor o, ben de çekilip engel olmamaya çalışıyorum. Telefonumun sesini kapatmaya çalışıyorum bir de tabii, bir kapın çıkıp hiç anlamadığım dilden bir şeyler diyor…
Sonra onu görüyorum. Sarımsı bir ceket giymiş, benim ön sıramda oturuyor. Biliyorum oyunun bir parçası olacak kendi de.

Mutluluğum şahane hisler ve heyecan barındırıyor.

Koltuğumda uyuyakalana kadar.

--

Olanlar kesinlikle rüyaydı ama anlatmak kesinlikle gerekir. Bu kesinlik…

İfa...de

Aslında bir şeyleri anlatmanın en iyi yolu değil yazmak. Kendini ifade etme mükemmeliyetçiliği aydınlanan dünyanın şahane bir ödülünü her yerden sunuyor. Tuşlara basarken, kalemi tutarken daha çok özgürleşmişsiz gibi davranıp drama dalında en iyi aktör ve aktrisler kesiliyoruz. Mükemmel sanatçıymışız gibi.

Ayrıca her şeyi anlatma lüksümüz var dünyaya. Tüm eylemler dizlerini kırıp seçilmeyi bekleyip onurlandırılıyorlar. Her şeyi anlatma hevesi! Renkleri, olayların en ince ayrıntısını, genelleşen kurguları, karakterleri, abartıları, sevimsizlikleri, umutsuzluğu, sefilliği; iyiliği, gökkuşağını vs. bu yol öyle gereksiz bir çabaya giriyor ki bazen, düşündüğümüzde aslında kendimizi anlamaya başladığımızdan beri sadece anlatmaya çalışıyoruz. Bi yol bulmaya ilk önce… Sonra gerçekliğe iştirak… Ardından gelen yalanlar.

Bu kendini anlatma silsilesinde en iyi anahtar konuşmak. Güzel konuşmak. Çevremizdeki en iyi yalan söyleyen, en güzel kandıran, mükemmel bir şekilde hakkını arayan insan şekline bürünür güzel konuşanlar. İfade yeteneği özgüveniyle gelişip bir canavara ve size yemeye dönüşmeden hemen önce başlar gelişmeler.

Sonra kalemi tutanları yazdırmak. Lisanına lisan kattırıp bir curcunayla anlatım yapmasını beklemek. Ne kadar kafayı karıştırıp salata yaparsa cümlelerini, o kadar başarılı diye ödüllendirmek. İçinden kopan duygu fırtılarını dindirmek için yazmak. Sadece kendi iç huzuru ve ifade yeteneğinin bu dalından koparan insanlar.

Resim yapan, elbise diken, film çeken, ev işi yapan, kendini satan, müzik yapan insanların da sıkıntısıdır ifade etme hazzı. Varlığını büyütme, büyüttükçe yok gibi gösterip mütevazi davranışlar altına girme, sadece bencilliği ile ruhunu besleme…
İnsanlığa ayna falan tutmak değil bu. Yemek de yiyoruz ama bu kadar suçlanmıyoruz. Her şeyin bir sebebi olsa da ifadenin suçu en büyüktür hayatta.

Bu suça dahil olmak için bu günlüğe sahip oldum. Sadece duyguları değil, olayları içine girmek, bencilliğin tatmini ve düşmanlığın zevkini tatmak için.