7 Ağustos 2011 Pazar

Ezgi'ye bloglamalar



Sevgili Ezgi ve sevgili kullanıcılar Salut,
Hani bana geçen hangi blogları izlediğimi sormuştun ya, ben de sana bir kaçının adını vermeye çalışırken takılıp sadece kendi yazdığımın reklamını yapmıştım. İşte isimleri ve cisimleri toparladığım sadece bir kaçı:
(Bunları oku, anla, anlat ama!)
Birbirinden güzel insan ve konukların genelde sinema üst çizgisinden yola çıkıp dizi, edebiyat, psikoloji vs gibi alanlara girdiği blog’umuz. Okursan, bizimle güler ve kızarsan çok seviniriz. 
Alt başlıklarından daha iyi bir tanıtım cümlesi kuramam sanırım: “Blog, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü vesilesiyle tanışan bir grup arkadaşın eseridir. Blogda,”serbest kültür çalışmaları” diye tabir edilebilecek denemeler yer alır. Yazarları bir araya getiren, ortak siyasi duruş veya estetik beğeni değil,özgür düşüncenin meyvelerinin kayda değer olacağına duyulan ortak inançtır.”
Adı üzerinde pek güzel şeylerin toplandığı, sadece görsel materyal olarak değil, açıklamaları ve sanatçılara sadıklığı ile bir anda büyüyen ve bunu hak eden blog sitesi. Tumblr’da kullanmaktalar.
Evet, dostum iç dünyamı sana açarken, cici ve anne bir insanın yaratıcılığı ve gündelik şirin dünyası ile tanışabilirsin. Bana yaptıklarıyla çok güzel şeyler uyandırıyor, tarzın olmayabilir ama eğer “krafti” bir insansan bir göz atmaya değer, keza Emily abla baya öyle. Çocuğu da pek şeker. Ben de anne…. (altbenlik harekatı yaşadım.)
İngiltere’den dünya çapına satış yapan eski model kıyafetlerin olduğu, son zamanlarda moda olmaya başlayan bloglardan oldu. Epeydir izlememe rağmen (kaliteyi bozmadılar) kıyafette daha minimal davranan insanlar ve benim için epey şaşalı genç kız fotoğraflarına bakabilirsin. Bir de eminim hoşa giden kıyafet ve aksesuarlar da yakalayabilirsin. Ne de olsa genç kız ruhu ölmez.
Birazcık Almancamı renkli tasarımlarla zenginleştireyim derken, ufak çaplı bağımlılık yaratan Alman sitesi İgnant’ta tasarım, sanat, video, müzik, yemek, fotoğraf ve bınzırı bir ton şey bulurken, cümlelerden anlamasan da geniş görseli merak uyandırıcı. “Dergi” gibi!
Sevgili dostumuz Selincik’tin içten blogu, yaptıkları ve düşünceleriyle kıskançlığımızın altında. Her günü Urla akşamı olan bu çocuğun fotoğrafları da pek güzel.
Özen ve Semih Diken diyor ki, “Sitemizde gezdiğimiz şehirler & ülkeler hakkında ve daha önemlisi tatdığımız yerel lezzetler hakkında bilgi vermeyi düşündük. Amacımız gittiğimiz yerlerdeki lezzet duraklarını sizlerle paylaşmak ve damaklarınızda lezzet patlamaları oluşturmak. Herkese şimdiden iyi gezmeler ve afiyet olsun.”
Acayip sevimli ve içten olmaları da cabası!
Bu blog ülkemizdeki Avrupa Sineması’na ilişkin epey kaynak taşıyan, belki de bu yönden tek olan ve kesinlikle izlemeye değer bloglardan birisi. Emekçi dostu, bilinçli yazarları ve zengin içeriği ile hem de, bir de sinema bilgisi için elbette.
-
Belki devamını yazarım sana ama şimdilik bunlara bakarsan belki aradığını sen de bulursun.
Sevgiler.

29 Temmuz 2011 Cuma

Alper'e Mektup (Roma)

Sevgili Alper,

Seni seviyorum diyorum ya her seferinde. İşte o başka sevmelerimin sebebi arıyor, arıyor bulamıyorum. Farklı çocuksun diye sevmiyorum, içtensin diye de değil. Küçüklüğünde gördüğüm için de değil. Nedensiz sevgim var sana, nedenlemeden de seveceğim seni.

Onun için aç kulağını, gözlüğünü düzelt, iyi bak buraya.

Avrupa garip bir büyücüydü zamanında. Gittin, gördün, biliyorsun. Büyülenen milyonlar oldu, en başta Amerikanlar. Atalarının açık mirasına bakmaya gelenlerle doldu taştı Avrupa. En ilkel, en kötü şeyler denenirken kimse bakmadı ama oraya. Hep bir başınaydı. Sürekli birilerini yolladı, şimdi de almaya başladı. Almaya başladıklarından korkar oldu. İsmine fobi dedi, her yerde karşısına çıktı. Özgürlüğü kısıtladı, ama özgürlük diye bangır bangır bağırdı. Garip garip gençler birikti bünyesinde. Rengârenk böyle, her şeye kızan, bir yandan seven, kendi dünyasını inşa eden, özgürlük seven. Ha böyle dedim diye, boşlukta kavrulan, varoluş mekanizmasında kaybolmaya yüz tutmuşlardan bahsetmiyorum. Ayağının üstünde, düzgün düzgün yürüyenler. Genelde kendini öğrencilikte bulan, sevgiyle beslenen bir kesim.

İşte onları bul önce. Kendin gibileri yani. Kalbinden dolayı açık biri olan ve düşüncelerindeki bulanıklığı sana bulaşık yıkatırcasına dayamayan.

Sonra maceralar birikmeye başlıyor ya. En çok bu kısmı güzel. Kalabalığı yarmaya çalışıyorsun, kısıtlanıyorsun. Fotoğraflara başlıyorsun, gene yoruluyorsun. İnsan nefesiyle tanışıyorsun, boğuluyorsun. Hava durumu için gazete uçlarına bakıyorsun bu sefer. Otellerde uğraşmıyorsun, bu mükemmel. Çünkü hepsi kurt kapanı gibi buluyor seni her bir tren durağında.

Aldanma onlara.

Acıkınca da marketin kapılarını aralama hemen. Yılma. Su içme, şekerli bir şeyler al ki hem su, hem de kanının dengesini ayarlasın. Akşam marketleri, manavlar ve köşe dükkanları kullan. Olmayınca zaten globalleşmiş dünyanın kapitalist markalarındaki indirimler bizi bekleyecek orada, durmadan. Yoksa kahve makinalarından 75 cent’te kapuçino, 60 cent’e limonlu çay alırsın Roma’dan. En ucuz orada.

Ama kapuçino ve kuruvasan’ı Roma Termini’de, peronların çaprazındaki yerde ye. Tadı asla silinmesin senden, kitap okumaya kalkma orada. İnsanları izle yavaş yavaş. İtalyanların hızına doyamayacaksın zaten. Ağızları oynatışı ve güzellikleri karşısında göz kırpacaksın kendine.

Uyuyacaksan Termini’yi seçme derim, Bangladeşli tanıdığın yoksa. Aşağılara doğru git, ta o meşhur Vittorio Emanuele’den aşağı in. Sokak aralarındaki cıvıltı önce seni uyutmasa da, Piazza Navona’ya gel. Arada bir sokakta yatırmazlarsa, sen de o kahve makinelerinin olduğu yerlerdeki aralıkları kullan. Zaten ne polisi sert davranır, ne vatandaşı.

Gene de kapkaç dikkat etmeli. Ne kadar değersizse mülklerimiz o zaman özgürleşiriz ama sana lazım olacaklar var: terlik ve havlu gibi. Asla unutma bu ikiliyi.

Roma gez gez bitmiyor. Unutma ama bir park var. Oraya gitmezsen kızgın olurum. Adını bilmediğim o park. Ama işte, işte burası! http://www.360globe.net/italy/rome/piazza-fiorenzo-fiorentini.html buradan çirkin gibi. Ama gidince anlayacaksın.

Bitmiyor dedik ama git-kaybol ve telaş etme. Sakinliğin ile öldür o korkunç metrolarını. (tamamen bulamamak için bir metro sistemi yapmış olmaları gerçeği var). Pizza ye. Dondurma da ye. Sakın “bubble” aromalı alma, öksürük şurubu tadını sen de sevmiyorsan. Pizzayı restorantta yersen, ekstra ücret alıyorlar. Kendi yerini kendin bul, kedilere de ver biraz.

Vaktin kalmayacak ama, kalırsa trenle Pompeii’ye git. 

24 Temmuz 2011 Pazar

Murathan Mungan'ın Gece Nöbeti isimli şiiri var ya.
Gerçekten bir şeyleri daha kopardı içimden.
Eminim aynı hisle telaşı hissedecek birileri daha vardır.
Nasıl,
nerede,
ne şekilde bilemiyorum ama.


"İyi ol..
Sağ ol..
Uzak ol..
Ama bir daha görme beni.."

21 Temmuz 2011 Perşembe

Zweig'ın Buluşmalar'ı Üzerine

Stefan Zweig  “Begegnungen mit Menschen, Büchern, Stadten”
(S. Fischer Verlag, 1955, Berlin)

Ahmet Arpad çevirisi ile bilinen ismi “Buluşmalar – insanlar, kentler, kitaplar” (Yordam Kitap).

Zweig, 1881 Viyana doğumlu, ünü günümüze kadar gelen bir romancı, oyun, biyografi deneme yazarı ve gazeteci. Çeşitli, dolu geçen eğitim hayatının ve savaşların ardından Yahudi kökeni yüzünden bulunduğu yerden gitmeye zorlanmış, Avrupa’da çeşitli illerde yaşamıştır. Hayatının hemen her anında kalemi elinden düşmeyen yazar çeşitli türlerde eser vermişse de, ölümsüzlüğü adına gerçekten çalışmıştır.

Yazar sadece kendi mesleğinde ilerlememiş; bugünkü Avrupa’nın düşünsel temellerinde yer alan taşları zaman zaman metinlerden taşırsa da, Salzburg’da yaşadığı süre içinde çeşitli yollarla dönemin aydınlarına ve diplomasisine fikir alışverişlerinde bulunduğu söylenir. Ki, örneğin adı geçen kitapta adım adım izlenen “Avrupa Öğrenciler Arası Eğitim Birliği” ile LL Erasmus programını çok öncesinde anlatırken, İsrail oluşumu sırasında antisemitist ve ya semitist düşünceler eşliğinde fikirlerini çok rahat bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak, idareten edindiğim ironisi ise kitabın içinde gerçekleşmektedir:

Zweig, Londra’da 1937 yılında kitabın ön sözünü kaleme aldığında şu cümleleri okurları ile buluşturur: “(…)Bu yazılar, gençliğinde beni yüreklendirmiş olan olayların, mutluluğun, kazancın ve deneyimlerin birikimidir. Onlar, insanlarla, kentlerle, kitaplarla, resimlerle ve müzikle buluşmalardır. Kimi zaman kişiyi coşturan, kimi zaman ise aklını başına getiren anlardır. Belki bazı okurlar bu yazılarda, günümüzde çoğu insan için (ne yazık ki) pek önemli sayılan bir konuyu, politikayı bulamayacaklardır. Eğer kitap bir anlamda bir bütün oluşturabiliyorsa, ancak yaşamım boyunca inandığım her zaman tarafsız kalma ilkem sayesinde mümkün olmuştur bu. (…)”

Politik anlamda, kitapta –hatırladığım ve dikkatimden kaçırmadığım kadarıyla- elbette direk olan söz edilen bir parti, eleştirilen bir hükümet veya sağ-sol ikilemesinin yarattığı seçme zorunluluğu gibi belirlenmiş bir kimlikte yazılmadığı doğru. Oldukça. Ama gelin görün ki tarafsızlık konusunda yanılgılara düşmüş olması, böyle büyük bir yazarın ilk cümlelerinden duymak benim için üzücüdür. Tarafsızlık derken pasif bir akıl çizmemekle birlikte, tarafını kitabın ince detaylarında bulmak mümkündür de aynı zamanda. Şimdi sizlere sorarım: Ne zaman, ne ile tarafsız kaldığınızı düşündünüz? Zweig’ı düşündüren geçmişteki acıları mıydı? Yaşanan acılar tarafsızlığı da öldürür mü? Veya sizce tarafsızlık hiç var oldu mu?

-
Kitabın ismine aksi dört bölüme ayrılmış olması ile ilkin “İnsanlar” bölümü bizi kapılarını açarken yaptığı konuşmaları-konferansları, dönemin büyük insanları ile yaşadıkları anıları, doğum günü ve ya hayranlık mektupları, saygı, sanatsal kaygı ve vedalarını dile getirir. İçtenliği ve akıcı dili ile gözler önüne gelen imgelerle Zweig’ın anılarına bir eş oluşturursunuz bu bölümde. Sevdikleri ve yorumlarıyla fikir birliği ve ayrılığına gider, birden bire kendiniz ile tartışmaya gidersiniz.

İkinci bölüm ise Zamanlar’dır. Zamanlarla Buluşmalar. Savaş dönemlerini, tarihte yaşanan burjuvazi çelişkilerini ve çekişmelerini, Avusturya’dan çıkan Neue Freie Presse (Yeni Özgür Basın) isimli gazeteden alınan I. Dünya Savaşı zamanı yazılan metinleri, umursamazlıklar, felaketler, Avrupa sorunları ve Kadın Haklarının ateşlenmesi zamanlarından gelen düşünce ve konuşma metinlerini konu edinir.

Üçüncü bölüm Kentler’e ayrılmıştır: gezi yazılarının toplamalarıdır, ancak Paris, Brüksel, Roma’yı gezmek yerine dünyada belki bildiğiniz, belki ilk defa duyacağınız yerlere götürmeye karar verir. Panama Kanalı, Ypern, yaşadığı bazı illeri ve hayran olduğu o Rusya’yı ve niceleri anlatmaya başlar. O yazdıkça görmek yerine kıskançlığa bırakırsınız kendinizi. En azından naçizane “gezi-kıskançlığı” kavramını kitap yüzünden veya sayesinden bilime armağan edebilirim.

Dördüncü ve en son bölüm “Kitaplar” Buluşmalar’ın bitmesine yakın güzel bir gerçekle başlar: “(…) Günümüzde düşün hareketinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamdaki etkileri sonsuzdur, ancak biz çoğu zaman farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir. Nasıl her nefes alışımızda ciğerlerimiz hava doluyor, görünmeyen bu besinle damarlarımızdaki kakanı besliyorsak; okuyan gözümüzle de düşün organlarımızı sürekli canlandırıyor ve onları yoruyoruz. (…)”

Bu kadar övgü, bir yazara normal ve gerçekçi gelmesi onun Goethe’ye, çoğu Rus yazarına, Rimbaud’a ve nice yazarlara duyduğu hayranlık ve yine yaptığı konuşmalarla oluşturur. Yazarın besin kaynağı kitaplara teşekkürünü etmeden önce, bu kitabı başucu yaparak, zaman zaman rehber gibi kullanılmasını sağlayan Zweig’a, 2011 yılından teşekkür borçlu olduğumu düşünüyorum.

Yeni defterimi görücüye çıkarıyorum.



Gittiğim yerleri yazdığım seyahatnamem vardı aslında. Düşündüm ki, aklıma da o an geldi, en iyisi gittiğim müziksel ziyafetleri paylaşacağım bir kağıt olmalı. Ben de bunu seçtim. Dnr'dan siz de alabilirsiniz, bulabilirseniz.

19 Temmuz 2011 Salı

Sevgili Günlük,

Sanırım Last Fm'imin psikolojisini metal müzik ile bozdum.
İnsanlara güvenmenin komik olduğunu gördüm.
Güvenmemenin de. Çelişkiler yaratırım günlük.
Annemlerin fotoğraf makinesini çok da güzel kırdım.
Rock'n'coke'ta çok dans ettim.
Hala kendime kiralık bir ev bulamadım. Bunu yazarken de yetkililere sesleniyorum.
Bir de bacak almak deyimine yabancılaştım, çünkü 60 kere söyledim.
Şimdi MGMT dinleyip birilerinin mutluluğunu dileyen süper bir insan oldum. Ama şimdilik.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Geceleri Doctor Who izleyip yatıyorum ve korkunç kabuslarla uyanıyorum. Sorun sanırım ilk serideki Doktor'un kulakları.

12 Temmuz 2011 Salı

Sahtemsi

Türkçe'nin sevmediğim yanı kelime türetiminin NAHOŞ ve BİLİNÇSİZCE de yapılabilmesidir. "Sahtemsi" ne demek kadın! Ne eski, ne yeni, ne ağız, ne lehçe ne de aksan. Nasıl uğraşıp Türkçeleştirme yapıyorsunuz kafadan?
Kızgınım dağlar.

8 Temmuz 2011 Cuma

Münih

Münih filmi hakkında şöyle bir anı geçti:
"Münih'te uyuyakalmışım nasıl oluyorsa, gözlerimi bir açtım yarısında; Eric Bana bakıyor."
Artı, filmi Stuttgart'ta açıp izlemeye başladım, Antalya'da da 15 dk derken, film Ankara'da bitti.
Imdb'ye sırf bu yüzden film için 10 verilir arkadaş.

4 Haziran 2011 Cumartesi

ankaraparis

Yüksel'in içinden Konur'a hızlıca gidip bir İmge'ye uğrayıp, ortadaki mısırcıdan bozuk mısır alsak çaktırmadan mayonezle yesek hemen, yol boyunca kimseye bakmadan ilerleyip Bakanlıklar hizasından Meclis parkına girip bir soluklansak, aynı hızla Güvenlik'teki Makro'ya uğrayıp market alışverişini yapsak ve Kuveyt'e gidip oradan da kendi sokağımızı bulsak ya. Ama yok bizim sokak çıkmadan evvel bir de Çağdaş'a girip unuttuklarımızı alırız kesin. Akşam yemek yer, çay demler, çaktırmadan içine tomurcuk koyar ve o salak dizileri de izleriz. Sıkıcılık denen o kavram içinde, ne kadar uzaklaştığında özlediğinde kirli sokaklara bakıldıkça unutulur. Sen de unutursun. Öğrenci bileti ne kadar olmuştur Allah bilir. 2 lira? Öbür zaman 10'luk alacağım zaten.

Benim diğer odanın balkonunda oturur, yeni aldığım kitapları özenle incelerim hemen, sen neredesin bilmem. Bilgisayarımı karıştırma derim gene de. Yoldan süper-lüks otomobilin vın sesiyle biraz daha üzülürüm kitaba, verdiğim 20 lira beni bir hafta sarssa da derim, gerisini getirmeden çayın acılığı bir türlü kesmeye kıyamadığım dergilerime yönlendirir beni. Sen işe başladın nasılsa değil mi? Öbür ay 5 kitap, bir konser dvdsi isterim. Yada boşver, nasılsa indiririz. Sen bu sefer dergilerimi alıp resimlerine bakarsın.

Ertesi gün bu sefer Hoşdere'den yukarı çıkarız, yorulduğunu söylersin bana. Ben aldırmadan o parka götürme merakı ile ilerlemeye devam ederim. İşte geldik, adını gene unuttum. devrimcilerden biri, evet orası da Dikmen Vadisi. Bak yukarı daha çıkalım Deniz Atı'nın oradan sana çalıştığım yeri göstereyim. Stiftung tabi, dernek dernek...

İlerleyen günlerde o tacı da alacağım, kolyeyle küpesini de. Ne de güzel olur o elbisemle. Yazın elbiseye doyamazsam? Ya kışa da kalırsa o merakım? Nasıl da soğuk olur akşamları. Elimle sana gösterdiğim yer meşhur. Bir mecmuanın kapağı da olsa garın tepesinde hoşgeldiniz dese de. Bienvenue a la Paris. Dur dur bildim burayı: Gare du Nord ve ya Gare de Paris-Est. 15 saattir yoldaydık sanırım, sen neredeydin gene bilmiyorum.

Harita elimizde, günlerdik bitmek bilmeyen alışkanlıklardan arınmış, her an aç ve uykusuzluk içinde binlerce kilo ağırlık var. Şehrin büyüsü? Metropolitan'ı görünce ortaya çıkan bir büyüydü, souvenir gibi içimde büyüdü. Gel gel ilerleyelim. Hızla giderken, pazar günün uğursuzluğunda kapalı mekanlar, boy boy-tür tür insanlar. Sen de gözlerini açıp kapatıyor, olası Mc Donalds öğününe dil çıkarıyordun.

Boulevard de Magenta da ne sarhoş bir yoldu. Bulüvard! Bu kelime de Fransızdı zaten. İnsanlara selam vermek isterdim, aşağıda mezarlık görünce durdum. Jim Morrison vardı değil mi, biliyorsun onu sen de. O burada mıydı? Saçmalık. Olsa da ayaklarımın altından bir de o geçmiş olurdu. Sonra adını bilmediğimiz sokaklar ve bulüvardlardan geçerken muazzam bir parka vardık. Orada İstanbul tişörtü giymiş bir adam gördüm. İstanbulu bile özledim, İstanbul'dan banane desen de, evet bize ne ama... Hakikatte ne vermiş bize? Üvey kızkardeşmişçesine gözlerini kısarak küçümsüyor bize zaten değil mi? En lüks parfümleri o sürerken, biz yapraklarla savaş ediyorduk.

Park bir yokuşun üzerinde kurulu olduğundan çıka çıka gene yorgunluğuna yorgunluk kattın değil mi? Al bak Eiffel orada, burada binalar, Yeni Dalga burada kurulmuş, işte Edith Piaf, Merhaba Jacques Brel, jönler, caféler ve şaraplar. Boy boy Paris. Ne idüğü belirsiz milliyetleren insanlar. Bangladeşli satıcılar.

Bak Montmarte Basilique du Sacre-Coeur. İçine de girsen, girmesen de orada. Bıktın değil mi kiliselerden? O kokudan bilassa? Gel o tabloları bırak, sanat tarihi görmeden gelmişsin bu güne kadar. Maalesef deme, dışarı çıkalım, Paris'in sokaklarında gezelim sadece. O pis kokulu sokaklarında, Sen'de gözlerimizi kapatalım.

Ucu bucağı olmayan merdivenlerden inerken, güneş sıcaklığıyla kavuruyor ama yapraklar çok da geçirmiyordu o güneşi. Esen rüzgara karşılık ceketimizi sallıyorduk beraber... Yürüye yürüye, satıcılarla konuşa konuşa aşağı iniyorduk ha bire. Metroya sıra gelmişti. Hiç de karıştırmadan gidiyorduk hem de. İsimler ne de bilindikti. Acaba mesela Jann Tiersen'de binmiş miydi bizim gibi? La Fayette'de inmiş miydi?

Paris ne garipti. Filmlerdeki gibi değildi. Boşluklar vardı Paris'te. Doldurmayı akıl edememişler sanırsın önce. Koku gelir burnuna, binlerce anlam çıkarırsın oradan. Başka memleket kokar, çişe döner, özlem kokusudur belki, toprak, çay mı yoksa? Ya aşk kokuyorsa diye kokarsın kokudan. Senin hissetmeyeceğin belli değil. O güzel müzikler, tablolar buradan mı? Önce sürekli sorgularsın kendine. Diline hüküm vermeden kafanı epey işletir. Dur dur dur. Düşünürken de kelimelerimin yarısı Fransızca zaten. Hüküm çoktan verilmiş diline. Sus ve dinle.

Nasyonel müzeleri iteleyip dev kitaplığa, dev bahçesine, uzun kumlu yoluna, ortadaki anlamsız havuzuna, dondurma yiyen insanları uzun uzun izlerken, çekerim seni buraya. Bak: Louvre. Salak piramitler, üstü tozlu binalar, bulutsuz gökyüzü. Tom Hanks'i burada koştururken düşündüğünü biliyorum şimdi. At onu aklından... Sartre vardı mesela, kesin buradan geçmiştir. Amelie mi? Yok burada çekilmemiştir, hatırlamıyorum. Gene izleyelim mi? Ah yapma lütfen, 16 yaşında mıyız hala? İşin yoksa À bout de souffle izle!

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Dünyada sevdiğim adamı analım dedim.

Kimdir? Adams Douglas.
Sizin bildiğiniz douglas adams yani.
Mutlu Havlu günleri diliyorum.
Panik Yok.
Hala.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Leszno'da Alman'ı Kaptık

Şimdi garip bir ders hikayesinde nasıl eğlendiğimi anlatmaya çalışacağım.
Grzywacz, hepimizi geziye götüreceğini söylediği anda sınıftaki 15 kişinin de eli gitmek için havaya kalktığı andan beri, gezinin tren ve yemek ücretinin rektörlük tarafından karşılanacağını duyduğum anki zevki hiçbir şeye de benzetemem. Nereye gidecektik? Leszno’ya, ki Leşno diye okunması konusunda ısrar eden herkese LEÇNO dedim. En son Kasha isimli arkadaşın hızla Leşno, Leşno tekrarlamasından sonra kendime gelip, Leşno’ya gideceğimi bildim. Leşno, esasen köklü bir ailenin toprağından oluşmuş, sonradan şehir olmuş, Wroclaw ve Ponzan arasında bir şehir. Ufak bir market alanı, eski binaları, yerel özellikleri ve gene “hiçbir şeyi” ve de göze hitap etmeyen müzesi ile Uşak gibi bir yere gitmiştik. Sinagog’u olan, savaştan çıkmış bir Uşak.
İlkin müzede soluluğu aldığımızda Grzywacz’ın simultan çevirisi ile Lehçe’den Almanca’ya şehrin hikayesini, muhterem Leszczyński ailesinin eşyalarını, armaları, eski kitapları, aile portreleri derken 1 saat boyunca not tutmaktan bitkin, dışarıda havanın 20’nin üzerinde, müzede ise eskinin verdiği soğukla kavrulmak şok edici değildi.
Müze avlusunda 15 kişilik grubumuzu çekilmiş kağıtlarla bölündük. İki Türk, bir Alman, bir de Polonyalı arkadaş ile biz Türkler “aha almanı kaptık” bakışları ile muzur muzur gülümsedik. Hedef ise, şehirdeki turistik yapılarının bazılarını gezip fotoğraflarını çekip, önümüzdeki haftalarda sunumlarını yapmaktı. Bu bazıları kısmı ise haritamızda yapıların isimleri ve numaraları vardı. Tam olarak 6 tane rastgele seçilmiş yapıyı 1 saat içinde gezip-fotoğraflayacaktık. Bunları ise İngilizce yazmak istiyorum:
1. Sulkowiskis Palace
2. Synagogue
3. Town Hall
4. St. George’s Hospital
5. The Holy Cross Church
6. Collection of Gravestone Sculptures
İlkin Kilise’ye gittik, Holy dendiğine bakmayın Vatikan ve Roma’dan sonra ne zaman kiliseye rastgelsem içine bile girmemeye, kendi içimde pis biri ve kilise kokusundan rahatsız olmaya, Katoliklere muhtemel yobaz gözüyle bakmaya başladığım için kendi içimde çirkinleştim. Ancak verdikleri isim kilise ile de hiç uyuşmuyor. Her yerde Jan pawel’in çirkin posterleri ile, düğün için hazırlık içinde orta halli bir kilisenin fotoğraflarını çektikten sonra hızla yakınlardaki 6 numaralı yeri arıyoruz fıldır fıldır. Meğersem kilisenin avlusuna 20-30 tane Protestan, Sims’te tombstone dediğimiz kül için olan mezar taşları ile de bakıştık iyice.
En fenası ise, bu mu lan, ist das so, was ist das, wirklich diyerek şaşkınlığımıza uğrayan Aziz Corç’un hastanesiydi. Hani lise binası gibi deriz ya, daha kötü bişey çıktı karşımıza. Bir de tarihi diye yutturmaya çalışmışlar ama yemedim. Şimdi ne o öyle hem boş, hem bakımsız, hem de kötü bir mütehayitten çıkmış gibi! Pozuma bile kıyamadım, arkadaşların çekmesine göz yumdum. Sunumu Power Point’ten yapacaktık nasılsa.
Belediye binası, Rathaus veya burada okunuşuyla Ratuş (lehçe), göze hoş gelen ama yenilenmiş bir yapıydı. Klasik Polonya’nın klasik ancak daha küçümen bir binasıydı. İçinde ise alt katında çocuk sergisi, üst katında modern sanatların dünyamıza kimse anlamasın diye kattığı birkaç çalışma vardı. Orada Hitler’in çocukluğunu, Björk’ün çocukluğunun yanında resmedilmiş bulduk.
2. sıraya geldiğimizde, Sinagog’un da yeniden yapıldığı ve müze olarak kullanıldığını, girişin de olmadığını öğrendik (o an için sadece). İşin en harika kısmı ise, Jan Pawel temalı bir resim sergisinin Sinagog’ta bulunmasıydı. Hehe lan.
1.sıra, İtalyan baş mimar tarafından yapılmış muzzam bir bahçesi olan saraydı. Dıştan bakınca Osmanlı Sarayı ile karşılaştırma yapamayacağımız türde, basit bir bina görüyoruz. Bina daha çok yangınlara kurban gidip gidip gelmiş tabi. İçinde Polon PTT’si bile vardı. Sıkıcıydı pek. Bahçesinde toplu resim çektirdik.
Yemekten önce Wienawa gibi bir isimde bir kafeye gittik. Alman Abla da yanımızdaydı. Bize kapuçino aldı. Ben kapuçinonun köpüğünü yerken, Türkiye’de kahvenin böyle içilip-içilmediğini sordu. Nasıl cevaplasam da hem zeki hem çevik olduğumu göstersem dedim. Espriyi bulduğumda Almancam yetersiz geldi, ben de cık demekle yetindim. Gene de Alman bizdeydi, sunum günümüzü ve tartışma detaylarını konuştuk. O an hepimiz Almandık adeta. Yemeğe gitmek için Sinagog’ta diğerleri ile buluştuk. Über bir püre ve Şinitzel beni beklerken Leh Hoşafı ile ramazanları andık.
Günün sonunda nasıl gıcık olduysak Leşno’ya, o kadar sevdik, üstelik eğlendik. Ne biçim bir yerdin sen Leszno… Gene İnterregio’ya binip Poznan’a, sevgili evimize geri döndük.
Poznan, C’est ma ville, sweet home, MEINE SCHÖNE HAUS.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

p

hareketlenen melodiler eşliğinde yürüyorum darlaşan sokaklarda.kokuları içine çektikçe geliyor,hayeller,umutlar veya kabuslar.bitmiyor asla gitmeler, yalnızlık gibi büyüyor.ve korkular, çatışmalar:tüm hayatı topluyor birbirine.
25.04-paris.

1 Mayıs 2011 Pazar

Sinirliyim, asla ele geçiremediğim oyuncaklar için. Sinirliydim daha doğrusu. Gerçeğini görene kadar. Oyuncaklar aklımdan hızla silinip yeni kişiliğinin dolmasını bekledi ve karşıma adamın biri çıktığından beri, beni istemediğini bildiğimden beri silmeye çalıştığım yeri en ufak hareketlerle geri gelip bütün günümü üzüyor şimdi. O da bir oyuncak ya. Sinirliyim şimdi onun için. Ama geçecek.

Poznan,
30.04

22 Mart 2011 Salı

Cin Dobri-2

Hikayenin gecikmeli ikinci kısmı ise sıkıntı dolu 3 saatlik Varşova uçuşunu anlatacaktır.

Cin Dobri şeyin aslında Ceni Dobri, ancak hızlı okuduğunuzda/ duyduğunuzda cin sesinin çıkmasına bağlayalım önce.

Uçağa oturduğum an, Türk Hava Yolları ile Lot Havayollarını hemen kıyaslamaya koyulmam benim suçum değil, kesinlikle kanımızdan geçen bir durum olduğunu biliyordum. Koltuk aralarının daracıklığının yanı sıra, uçağın eski ve Sovyet kokusunu da sindirmiş beyaz-bordo döşemeleri ve sarı ışığı ile Polonya’ya zaten gelmiştim.

Karnımın zil çalması ve deli gibi ikramı beklememin yanı sıra, yanıma gelen 2 genç hızlı hızlı konuşmaya, kenarlarını katladıkları gazetelerin son sayfalarını okumaya başladılar. Ara sıra onları dinlemeye çalışıyor olsam da, içimdeki korkunç sıkıntıyı kah müzik çalarımla, kah elime aldığım aylık mecmuamla, kah LOT’un kendi dergisiyle gidermeye çalışıyordum. Aynı sıranın arka tarafımda oturan arkadaşımla ara sıra konuşuyor (tek kelimelik cevaplarla), ara sıra puf diyordum. Hakikatten puf diyordum. Tam puf derken 65 yaşındaki hostesle göz göze geldik, Pu’nun f sesini çıkarmadım bu sefer… Bu yaşa gelip hala hostes kalabilmesine şaşırdım, sevindim.

İkram başladığındaki sevincim tepedeki ışık ve havalandırma sistemini aşmak üzereydi. Aynı anda ayın adeta hizasından gitmenin de “oooi.”lemesindeydim (ben daha önce gece uçağa binmediğimden bütün heyecanım.). velhasıl yanımdaki ikrama atıfta bulunup, “domuz eti olmasın bunda şimdi” demesiyle, hemen ekşisözlük bilgisini sıraladım, “İstanbul seferlerinde yokmuş.” Zaten ne eti, içine iki salatalık, bi peynir bir de ekmeğe bilmediğim (esasen o mayonez-hardal karışımı ama biraz da tatlı olan) soslu, çekirdekli ekmekti.

“Siz, Polonya’da mı okuyorsunuz?” ile başlayan muhabbetimiz, benim şehrime, Varşova’ya konudan konuya atlarken kanka oluvermiştik adeta. İçkilerimizi yudumlarken (esasen acı bir kahve benim gözümde sek skoçtan farkı yoktur), gülüşmelerimiz uçağı çınlatıyordu.

Zaman geçtikçe, şöyle biraz cama doğru eğilip ışıklandırmayı gördüm. Kare kare ışıklandırılmış geçitler, yaklaştıkça beyazlığı ortaya çıkan zemin ve kenarları düzenle oluşturulmuş bir nehir görür gibi oldum. Alçalmaktan o kadar hoşlandım ki, daha alçağa daha alçağa dememek için zor tuttum kendimi.

Aklımdan geçenler ise çok karışıktı. İlkliği yaşarken sadece aklımdan Hitleri’in de buradan geçmiş olmasıydı. Biraz hülyalı, biraz gerçekçi, soğuğun merakı ile zorlu inişten sonra, aprondan geçmek için otobüse bindik.

Birden herkesin kimliği değişmiş, yabancı insanlar oluvermişlerdi. Şimdi kimse Türkçe konuşmuyor, biz konuşunca bize bakıyorlardı adeta. Uçuşların verdiği sallantıdan mı, sıkıntıdan mı anlamasam da otobüste tutunmaya yer bulamadan hareket eden otobüste, arkadaşımın çantasını tutarak ilerledim bir süre daha.

Pasaport ve daha doğrusu vize kontrolü ise, ayrımcılığının doruklarındaydı yine. “EU Citizens” ve başka pasaport kontrolü yapan 3 banko vardı. Hızla bir dedikodu dağıldı, bize gönderilen davet mektuplarını istiyorlarmış. Eyvahlar olsun korkusu ile dolduk. Çevremizde on tane erasmus vardı ve bir kaçımız hariç kimsenin yanında davet mektubu yoktu. Ayrıca çok saçma değil miydi? Zaten konsolosluk vizeyi vermeden önce prosedür gereği istiyor. Daha sen n’pacan benim mektubumu?
Sarışın bir adam poşoşop dedikten sonra, “hello” dedim, yavaşça pasaportumu uzattım. “Erasmus?” dedi, yes, dedim. “Where is the letter?” dedi, “in my luggage” dedim. Dayanamadım: “Is it a problem?” dedim. “No” dedi. “Which Uni?” dedi. “Sa… Adam Mickiewicz dedim.” “Poznan?” dedi. “Poznan” dedim. “Take it” dedi, “Thanks” dedim.

Valizleri 15 dakika kadar bekledikten sonra, uçakta tanıştığımız iki Adanalı arkadaşımız ile dışarı çıktık. Hemen soğuğu hissettik elbette, deli gibi! İçimde soğuğa karşı derin korkular uyanmıştı, hani 2011 kışında 60 Polonyalı’nın ölmesi var ya.

Taksi pek bekletmese de, taksi için 20 kiloluk bagajlarla koşturmak pek hoş değildi. Bir Merdeces Taksi, kapısını açtı, maksimum 20 yaşında bir çocuk çıktı içinden ve 20-20 iki valizi havuz gibi olan bagaja attı. El kol ile nereye gideceğimizi anlattık. Zaten Adanalı arkadaşların biraz lehçesi vardı.

Ve şehir önümüze doğru serildi, karlı havada.

16 Mart 2011 Çarşamba

"saylilaylı leyley okka okka eyey salliyayay hehe diz taym for afrika"
Yavaştan 16 veya 26 numaralı tramvayın gelmemesini beklerken, üşümenin verdiği garip hisle etrafa bakınıyordum. O an kanım dondu adeta: Şirine'yi gördüm. Al kızı maviye boya yemin ederim Şirine. Sonradan o korkunç ses geldi aklıma: "Uslu bir çocuk olursanız, belki şirinleri bile..." Küçükken o tipleri görmekten korkup uslu olmamaya ant içmiştim. Hayatın paradoksu geldi beni buldu dedim. Sessizliğimi koruyup 14'e bindim.

27 Şubat 2011 Pazar

Polonezler, Danslar ve Poznan

Szilvia'nın Macarca okuyan bir arkadaşı vardı Natalia isimli, ismini tam yazamadım ama okunuşu en azından böyle. Önce evini görmeye gittik, biz bir fincan çay verecekti hem de, ardından Folk Dans Partisi'ne gidecektik. Szvilvia ile konuşuyorduk ama ben sürekli "o nasıl oluyor ya" , "nasıl parti ya" , "napacaklarmış" gibi sorularla ciddi anlamda folklörik özelliklerini asla kullanmamaya çalışan bir ülkeden ve gençlikten geldiğimi an be an gösteriyordum. "dans nasıl dans"

Yurttan ayrılıp haftalık biletimin tadını çıkarırcasına Slovienska durağından Most Teatralny'ye doğru yola çıktık. Sevgili Roomie (Rumi diyebiliriz ona.) geçmişte yaşadığı aşkları anlatıyordu. Bir şekilde insan dökülmeye başlıyor ya, Rumi öyle bir konuma gelmişti. Melih diye bir Türk, bir de Koreli gibi uluslar arası aşkları konulu konumuz birden bana döndü. Memnuniyetle cevapladım. "Valla bak Silviya," dedim elimi cebime atıp, büyük bir hoh çıkarırken, "Geçen Marek'in odasında gördüğün Martin ve Jakob vardı ya, maşallah, bak bir sürü görüyorum her gün. Gene Maşallah. Ama hayat böyle geçmemeli." (...) "Ne düşünebilirim ki onlar hakkında mesela? Ne saçma." (...) Silviya biraz alınır gibi "Biraz cilve iyidir ama asla kaşar olmadım" dedi. He, banane dedim içimden gerçekten. Aslında sanırım tam olarak orospu kelimesini kullansa da "kaşar"a ben çevirdim(Bitch-Slut). "Bu dediğin arasında baya bir fark var..." diyerek aşk felsefesine de girdiğimiz için biraz kötü hissetsem de söylemem gereken şey, burada kadınların biraz cilveli olması "aha yollu bu" dedirtmiyor. Sadece "cilve" yapan kadınlar böyle daha kibar karşılanıyor. Cilve bir nevi iyi davranmak gibi bir şey. Bense hala bu duruma uzaylı gibi bakıyorum. Vay be, diyorum, "verirla bu" düşüncesiyle yaklaşmıyor bile olabilir - çok ama çok af edersiniz. Bunun üzerine Rumi: "Buraya biraz da eğlenmeye geldik, bir sorun olmaz biraz cilveli olmak" diyerek, ellerimi hava kaldırıp, "Ya, Silviya, ben onu bekleyeceğim" diyerek romantik dönüşü yaptım. Aslında bu konu hakkında böyle düşünmüyorum, neden öyle söyledim bilmiyorum. Bu konuda hakkında bir şey düşünmüyorum. Ama düşünmüyor gibi görünmek istemedim. İğrenç bir trip oldu, sözlerimi geri alamadım. Tram'e bindiğimizde bir arkadaşa evlenme teklif etmeyi düşündüm. Gene sinirle doldum kendime. Derinlerde bir yerde "hayır" cevabı alabilme düşüncesi saçlarımı elektriklendirdi. Bir de söylemem gerekir ki, 30 yaşına kadar evlenmezsek ikimizde, benimle evlenir misin? var bir de. Yemin ederim alnın ortasına elimin içiyle geriye itesim var kişiyi.

Natalia'nın evine doğru gittiğimizde soğuk yüzüme doğru oklarını savurmaya başlamıştı bile. Sosyalizm ve komünizmden bahsediyorduk bu sefer. Stalin'den, çalışma alışkanlıklarından ve kapitalizmden. Güzel haber: Bu muhabbetler 200 yıl sonra sona erecek gibi görünüyor.

Natalia'nın binası baya baya eskiydi. Apartman merdivenleri gıcırdarken o Doğu Avrupa Sineması'nın karanlık köşeleri gibi kokulu ve karanlık, tavanı baya geniş bir evin kapısının önüne geldik. En çok merak ettiğim şey geldi çattı: eve ayakkabıyla girdik, içim rahatladı. Çünkü Polonya'da kimisi evine terlikle alıyor. Evde Kasha, Alexandra ve Natalia vardı. Çay içtik, şeker bile koydurduk. Burada nasıl şeker isteyeceğimi bilmiyorum, birazcık nimet gibi geliyor. Evleri çok dağınık ve halısızdı. Çeşit çeşit el yapımı süsler, buzdolabında Avrupa şehirlerini anlatan magnetler ve her yerden sos, çorba, bulaşık çıkıyordu ve evin kendine has kokusu bana sadece mineralli suları hatırlatıyordu. Tipik bir öğrenci evi gibiydi ama dairenin tavanı da apartmanınki kadar büyüktü: 5-6 metre kadar. Korkutuculuğunun yanı sıra güzel bir evdi de.

Garip bir çay verdi Natalia, sanırım kuşburnu vardı içinde. Sürekli gülümsemesi ve sevimli aksanı ile garip bir "sarılma" dürtüsü hissettirse de, çayın güzel kıvamı ve yanmış dilim tamamen kararmaya başlayan pencereden giden zamanla bütünleşiyordu. Şu an bu konu hakkında bir roman yazabilirim, ancak hızla dört kişi yola çıktık. Hızlı hızlı giderken bir markette durup su, gofret, alkollü şeker alıp çıktık. Rüzgar hızına karşı yeni bir hız kanunu çıkarırcasına Tram istasyonuna gelmiş, hatta binmiştik bile.

Enteresan bir yere gelmiştik. Hem bir köyü hem de modern hobi evlerini andıran bir hali vardı. Birbirlerine verev gelen ve güzel bir düzen içinde odun kulübelerin olduğu bir "site"ye girmiştik. Yer yer olan kar tüm yeşilliği kapatmış, yerini çamura ve karın güzelliğini saklayan ayak izlerine bırakmıştı. Hızla akşam olurken, soğukla beraber sitenin içinde yürüyüp kendi "klubemizi" bulduk ve içeri girdik. İçeride masaya oturmuş bir iki kişi bilet kestiler ve antrede montlarımızı astıktan sonra geniş bir salonda bulduk kendimizi. Bir sandalyeye eşyalarımızı bırakıp, müzisyenlere bakmaya başladım. Heyecandan gülümseye başlamıştım ki gevrek gevrek "Akordiyon, bak bu keman, hayır bu çello, bu bildiğin ramazan davulu" diyerek biraz çingene müzik aletleri kirliliğinde enstürmanları içimden alkışladım. Yanımdakilerle paylaştım.

Sonra bir adam, yaklaşık 50 yaşlarında, ortaya çıkıp teatral bir şekilde sunum yapmaya başladı. Allah biliyor ya ne dediğini bir kelime anlamıyordum. Lehçe bilmemek şu yana dursun, yanımda biraz çeviri yapmaya çalışan arkadaşımın aksanı kalabalığın uğultusundan ötürü tamamen anlamsız seslere dönüşmüştü. Aslında çevirmesine gerek yoktu, bir süre sonra ayakları ile bir kaç figür gösterdi ve herkes yapmaya başladı. Ben ki ben, ne halay çeken, ne misket oynayan ne de bilen; yöresel takım faliyetlerini 6. sınıfta bırakmış olan ben, başladım Polonya-Macaristan-Moldova ezgileri ile folklörik danslarını "taklit etmeye".
Tanrım, diyordum, dans ne güzel bir şey. Ayağın acısa da aldırmamaya başlıyorsun, herkes bir şekilde birbirine daha da kibar davranıyor, kendini ne de güzel hissediyorsun. Susuzluk ve açlık yanında saçma geliyor ve sadece dansa veriyorsun kendini. Okuduğun kitaplar, izlediğin oyun ve filmleri, bildiğin dilleri unutuyorsun ve garip bir dünyaya giriyorsun, içinde jeden-dwa- trzy olan.

Eşli danslardaki acemiliği Natalia sayesinde atmayı başarıyorum ama korkunç olan eşlerin çok hızlı dönmesi. Polonez folklörik danslarını görmüşseniz ne dediğimi anlayacaksınız. Görmediyseniz buradan bakabilirsiniz. Bir süre sonra eşler değişince kimi zaman kalıveriyorsunuz eşsiz, ancak ne salak bir görüntü diye bakmıyorsunuz bile. Yavaşça kenara çekiliyorsunuz ve yanınıza biri gelip elini uzatıyor size. Tanımasanız bile dans etmeye başlıyorsunuz. İlk eşim upuzun boylu ve adını 3 kere tekrar ettirsem de asla anlamadığım biriydi. Yabancı olduğumu anlayınca dansımız daha çok öğretmen-öğrenci ilişkisine dönerek, kibar kibar muhabbete doğru devam etti. Neden Poznan'a geldiğimi, Türkiye'de nereli olduğumu... Sonra Natalia beni alınca, birden Silviya, başka bir kadın, başka bir adam diye devam etti ve bütün gece deli gibi tepinerek dans ettik.

Ayaklarım kimi zaman kenarda kalmamı sağlasa da, sürekli birileri ile konuşuyordum. Çok tatlı insanlar etrafımı sarıyordu. Birden gene bit yeniği aramaya başladım, malum belirli yaşlara kadar muhakkak bit yeniği cenderesini aileniz yaşatmıştır. Sonra alkolün, güzel ev yapımı keklerin ve poaçaların etkisiyle boşverdim ve kafamdaki pisliği atmaya çalıştıkça, gece daha da güzelleşti. Kibarlığın tadı, ilgi ile daha güzel bir yere götürdü akşamı.

Sonra bizim şu küçükken yaptığımız tren oyunu gibi bir oyun oynanmaya başladı. Arkamda bir tipi tip "Vıcıvocuvıccicici masaj" dedi. "Arkadaşım, ne dediğini anlamadım ama muhtemelen masaj yapacaksın, aferim" deyince adamın içindeki İngiliz -tipinin de müsaitliği doğrultusunda- birden çıkıverdi. Bütün akşam güldürüp duran bu adamın ailesinin 17. yüzyılda Polonya'ya göçmüş olduğu bir Tatar olduğu ortaya çıktı. Tatar diyemediği TATA dediği için, ilk 5 dakika bana TATA'ların tarihinden bahsetti. Tövbe. "Amcalarımı görmelisin", dedi, "daha çok Tata..."

Bu güzel dansların ardından sonlara doğru azıtan gençler ve epey yaşlı insanlar kalmıştı. Çingene ve ya Polonya Halk Türkülerine modern dans ve break dansla devam eden dansçılar çıkmıştı. Hatta bir kadın ve genç (ki o genç benim için önemlidir, bknz: aşağı:)) tangoya, İspanyol Boğası dansına ve de azıtmalı ve saçmalamalı bir şeyler yapıyorlardı. Görüntünün komikliği koltuğumda yer yer durduğum yerde gülmekten yere yapışmama sebep oldu elbette.

En son kenar koltukta otururken Skandinav yakışıklı genç partnersiz kalmıştı. Elimden hızla geçip "vıcıcıvcıcı" demeye başlamıştı. Ah, dedim içimden, hayatımda bu kadar çok dans etmedim, yemin ederim kabuk bağladı bütün ayak ve bacaklarım!. Elini belime koyup, üstüne de benim elimi tutunca duyduğum utancı anlatamam. Kişinin kendilerindeki güzellik karşı tarafa hep bir negatif olarak yansır, bilirsiniz. Elimin soğukluğundan utanıp, "dur vıcı vıcılanma. bilemedim ne dediğini. dans da edemiyorum" desem de uzun süre şakalı, esprili beni pistte tutup sonunda ayaklarımız uyuşmadığında kenara çekildik. Kibarca teşekkür edip, ayrıldı ve hemen gitti evine. "Enem dur..." diyemeden gitti diye üzülmedim. Zaten heyecan ve utanç bana bütün gece yetti. (Tefi elinde tutan çocuk)




Gece kasabadan ayrılıp şehir merkezine yürüyerek gidiyorduk, hava -11 dereceydi... Most Teatralny'ye vardığımızda sevinçliydik, 2 dk sonra tram gelecekti.

30 dakika sonra tram'e bindiğimizde, ayaklarımızı ve yüzümü hissetmiyoruduk ve dereceye baktığımızda aslında -18'di. Gene de her şeyi ile epeydir bu kadar eğlenmemiş ve üşümemiştim!

20 Şubat 2011 Pazar

Cin Dobri

The Smith’s’in There is a Light That Never Goes Out şarkısını açıp üzerinde yurt odamda bunları da yazmak varmış. – Zahmet olmazsa açın o şarkıyı, siz de bir düşünün o günlerinizi.  Dünya garip. Biraz da küçük, biraz kapitalist.

Ayın 17’sinden önce: Gitmeden evvel dönen duygu dünyam, uçak düşerselerden, ben yokken biri ölürselere kadar dolanınca her türlü gitmeme girişimini çıkan bir yol gibi görmek zor olmadı. Valiz hazırlamak, 20 kg’ı geçmemek, insanı kendi yapan eşyalarından uzaklaştırılması o kadar çirkin geldi ki, havaalanındaki business, vip vs zımbırtılarını görünce daha da çirkinleşmeye yüz tutacağı belliydi. Heyecan doluydum. Hayallerim yanımda büyüdükçe büyüyor, bir yandan da köklerimden tutmuş bırakmak istemiyordum. Halbuki çok uzun süredir kurduğum hayal ayağıma “bedava”ya gelmişti. Onu bırak lise günlerinin hatrına bunu yapmak zorundaydım, dünyayı görmek zorundaydım.

Atatürk Havaalanı’na gitmek için evvela Esenboğa Havaalanı’nı kullanmak gerekti. Dünyanın en berbat karın ağrısıyla erken gitmenin huzurluğu karışınca kıpır kıpır olan duygular annenin etkisiyle daha çok çöküşe geçti elbette. Bir an önce sadece yolcuların girdiği o bölüme geçip oturmak istedim. Kuyruk büyüdükçe büyüyor, insanlar toplanıyor, gülüşüyorlar, gazetelerini okuyorlar… Ben? Bir üşüyor, üzerimi giyince terliyor ve terleyince üzerimdekileri tekrar çıkarma hissiyle doluyordum. İlk uçağa binişim falan değildi. Esas mesele bambaşkaydı, konunun basitliği duygulara nasıl giremiyor, işte öyle.

Turkuaz koltukları ve “oşgeldnz” kızlarını geçersek, samimiyetsizce gülümseyip 28f’i buldum. Uçağın en arkası. İkramın başlangıç noktalarından biri. Uçağın kalkma heyecanı yanımda oturan Hostes mi, müfettiş mi anlamadığım bir Thy çalışanı ile beraber gidiyorduk. Önündeki Skylife’ı okudukça okuyor, içimden “tercümelerini kontrol ediyor sanırım” bile dedirtiyordu. İkramlar. Bayılıyorum bu kokuya. Salata, ev yapımı kek ve sandviç ve elbette çay. Bizi var eden sıvı nasıl su ise, kimimiz için o suda çay vardır. Salata gerçekten lezizdi, mercimek bile vardı. Skylife dergisine de düşürdüm mercimeği ya, Mehmet Günsür’ün kalbinde bir mercimek var bu ay.

İstanbul’a indiğimde o aprondaki geçişi sağlayan “köprü”de havadan gelen bir sıcaklık hissettim: elbette İstanbul Ankara’dan sıcak ve nemliydi. İnsanoğlu kuş misali, 1 saatte başka nem alanına giriveriyor.

Yeşilköy’ün iç hatları nasıl bir eko sistemse, dış hatlara geçmesi adeta bir hücrenin kalpten ayrılıp ayak damarlarına katlanmış akyuvar sayılarıyla gitmesi gibi. Dış hatlara ne demeli bilmiyorum. Herkes profesyonel bir ajan gibi davranıyor. Yanlış bir hareket yaptığımda karşımdaki hostes rujunu sol omzuma saplayacak, pilot görünümündeki tip şapkasından çıkardığı silahı havaya sıkacak ve o Ginger süren her kimse beni alıp temizleyecek. Onlar için normal geçen bir gün makyajların, güzelliğin, aynı kıyafetlerin ve havalılığın ardındaki gizemli yaşantılarında.

Gözümde büyüdükçe büyüyen dış hatlar için sadece diyebileceğim enteresan bir dünya olduğu. Bir arkadaşımı beklerken çıkış harcımı, elektronik biletime sıkı sıkı sarılıp karşı firmalara göz kırpıyordum. Duygu yoğunluğu havaalanının zübük yolcularına yayıldığı için saçma sapan hayallere takılmıyordum. Üzülmüyor, gülmüyor; sadece insanların acelesini izliyordum. Onların gerilimi arttıkça ben de “onların” gerilimlerine dahil oluyordum ve kendi dünyamdan uzaklaşmıştım. İhtiyacım ayağıma gelmiş bile. Mario oynar gibi.

Bir şekilde öncelikle bagajını vermeniz gerekiyor. Bagajını verirken elektronik biletiniz hüp diye biniş kartına dönüşüyor. 20 kilonuz sizden uzaklaştığı için yüzünüze bir gülümseme yayılıyor. Biri sırt ve bilgisayar çantamı da alıp, kollarıma-ellerime masaj yapsa diyorsunuz. Heyecan gittikçe tırmanıyor elbette; Lot Airlines sizi kuyruğuna alırken bir sürü sarışın görüyorsunuz, sizin gibi karakaşlı insanlar da varlığını sürdürüyor tabi. Kozmopolit ortamda Avrupa’lı hissediyorsunuz evvela, sonradan realite çöküyor: Orta Asya’dan göçtüğümüz ve o dönem at üstünde olduğumuz güzelliği. Merkel’in “Almam ya!” demesi…

Pasaport kontrol noktalarında polis memurları çalışıyor. Orada harcınıza, size, çaktırmadan gideceğiniz yere bakıp bonk diye damga vuruyor. Bili bili (bu sesler uydurma değildir) de yaptıktan sonra Dış Hatların bambaşka bir yüzü karşılıyor sizi: Sarililer, gözlüklüler, şortlular, sporcular, güneş gözlüklüler, peştamal’li’ler (hevet bu şakaydı).

Duty Free’yi bilmem de, minik kiosk’larda bir gofret 6,5 lira. Alacağımdan değil de zaten, 13 ziloti’ye 2 günlük yemek yaparım ben diyorum şimdi. Manyak bu havaalanı fiyatlandırması.

Pasaport, bilete bir daha bakıldıktan sonra el bagajlarınıza bakmak istiyor peron görevlileri. Botlarımı da çıkartıp uzun süre keyfini çıkarırlarken kenarda üşüyen ayaklarım ve yatışmayan heyecanım çarpışıyor ortada. Havai fişek demem ama kız kaçıran derim bu görüntüye. Son defa mesajlaşmalar, konuşmalar, buz gibi eller ve yine o apronda yürümemek için uçağa binilen köprüdeyiz. Lot amblemli uçağın ağzında erasmus öğrencileri fotoğraf çektiriyor. Her şeyi kaydetme güdüsü! Sarışın, upuzun bir kadın genş bir gülümsemeyle “cindobri” diyor…

17 Şubat 2011 Perşembe

Günlük,

Heyecandan ölmek üzereyim. Hök. İşte böyle sesler çıkartabilirim.
Bol bol vaktim olacak orada. Merak ettiysen yarın devamını yazarım. Şimdi valizlerimi hazırladım, yolculuk duşu alacağım ve macerayı başlatacağım.

Sağol.

15 Şubat 2011 Salı

Nedenlenmeler

Neden tüm bunları göğüslemeye çalışıyorsun?
Sanırım çocuklara, torun-torbaya zamanında bir şey olduğumu kanıtlamak için.

Tipik diyalog yıllardır, holivutun kullanıp bitiremediği, üstüne üstlük kişinin potansiyel "hayat amacı" felsefesine daim olmuş, bir de delice en iyi yarışına gizliden sokan diyaloglardandır. Geriye dönüp gariban babaanne, annane, dede dönüşümünde kimse Yat Klübü üyesi olmadığı için, kendi halinde sıradan ve ufak başarıları olan kimseler görülüyor rol model olarak. Sonra da bir adım daha gidiliyor konuya, aslında onlar olmadan anan-baban olmayacaktı, dolayısıyla sen de diye varoluş mekanizması hızla dönerken beyinde, heyecanlı köy anıları ve de cahillik komedisi başa sarıyor. Zamanında herkesin b'şey olduğunu bilerek tekrar çok muhterem yazarı olan kitabına, saçmalıklarla dolu bloguna, derin bilimlerin çözümsüz noktalarında sancı çekerken yakalanıyor kimisi. O zaman gerçekten soruyorum kişiye, "neden?"

Kimisi cevaptan kaçınırken, kimisi bir neden aramadan epey yol almış.

13 Şubat 2011 Pazar

Sevgili günlük,

Bugün hayallerimden birinin gerçekleştirilmesi için adım attım ve bir firmanın kabin memurluğuna soyundum. Çoraplarımı çıkarmadım. Almanca'nın okuma derecelendirmesine "iyi" dedim. 19 Nisan'da Yeşilköy'de mülakat yapacaklar. Keşke aynı hava yolu şirketi uçak biletimi de yollasa, içinde yemek de bedava olsa.

Sağol.

11 Şubat 2011 Cuma

İhtimal aziz bir ekoyken kalbim delice gurbet doldu

Bazen ihtimaller insanları alır çok korkunç sokaklara bırakır. Neredeyse sokaklarından duman çıkan o meşhur sokaklara. Başına ne geleceğini bilememenin yanı sıra, tedirginlikle sokakları arşınlarken aslında ihtimallere girmeden yaşamın ne kadar sorunsuz olabileceğini geçirilir. İhtimallere inanmayarak tehlikeden arındırırsınız kendinizi hem. Hayatınızı kompleks nedenlere bağlamadan, minimal düzeyde ancak heyecansız ve boyutsuzluğuna hoh dersiniz... HOH!
-
Bu bazı bayramlar, özel günler vardır hani aziz isimleri ile dolup taşan. Beni en çok üzeni Aziz Patrick günü. O gün böyle madara edilmemeliymiş. Biraz da Pagan metinlerini yakmışlığından kaynaklanan kızgınlığım olsa da, zamanında aziz'liğine dayanan iyilikleri yok değil. Diğer üzeni Aziz Valentin: gözümüzde kırmızı kalpten öte değeri yok. Jean D'arch'ın azizeliği ise epikliğini koruyor her zaman. Bunları yazarken tepedeki dumanlara bakıyorum da, iyi ki azizler gelmiyor şimdi. Gelse de önce çok pis bir şekilde katledilmesi lazım gelir ki kilise sonradan ünlü yapsın. 
Bizim de evliyalarımız var içimizde.
-
Echo and the Bunnymen'in 'Lips Like Sugar' şarkısı bana şu sıralar çıkan Almancı şarkıcıların şarkısı gibi geliyor.
-
Bu şakalı yazımı bitirmek istiyorum ama bir şekilde tutamıyorum kendimi. Elim yavaşça ilerleyip köşede kalbimin hızını düşürüyor: Taşikardi.
-
Memleketten ayrılıp bir an önce gurbet şarkılarıyla göğe manalı bakmak istiyorum.

4 Şubat 2011 Cuma

Haftanın Dörtlüsü

Julianna Barwick'ten, Love of Common People’da biraz değinmiştim kendisine. Bu hafta keşfettiğim, dinlerken ufak bir korkuya götüren, götürdükçe kendinin ölümüne yaklaşığını gösteren deli bir kadın o. Katil de olabilir.


Dent May ve onun mükemmel Ukulele’si ise, göründüğü gibi neşeli, şakrak, ukulelesi ve şarkı sözleri ile birlikte yol almış. Misisipi’liymiş ama gereksiz bilgi çünkü, gözlükleri ile mükemmel bir Alman görünümünde.




Monster Rally ise, Dent May’e benzerlerinde yakalandı fakat pek de bağlantı kurulmayabilir. Şarkı sözleri olmadan “chillwave” denen o garip tarzı icra etmişler ve bu hafta oyum Monster Rally’den yana, cidden şahane. Color Sky şarkısı, örneğin ilk ve tek albümleri Coral'in ilki. 2011 yılında çıkmış albüm. Belki de bana öyle geldi ama her şarkı birbirinden çok ayrı. Genelde albümlerde birliktelik olur ya hani, devam ve tekrar anlamında; bu albümde bir türlü bulamadım, başka başka kapılar açmaya devam etti. Sun/bum ve Land Ho/Masusa diğer favorilere ekleyebiliriz.




Pepper Rabit, Beauregard isimli albümleri var bir tane. Yine enteresan şarkı sözleri ve ukulele ritimleri. Biraz daha tanıdık vokal ve müzik ama klarnet çıkabilir aradan. Gene de renkleriyle bir atışı hakettiler. 

2 Şubat 2011 Çarşamba

Blog'unuzda gözümüz olsa yalan olur, döner durur.

Bazen okuduğum bloglarda, yazan insanlar bazen şunu yapıyor;

"İhmal ettim seni,...."
"Epeydir yazamadım bir şeyler..."

Bir üzgünlük kırgınlık, mükemmel ve bana acayip içten geliyor. Boynunun borcu belleyip iki klavye çıtlamasına utanan insanlar. Bu harika bir şey. Keşke aynı şeyleri otobüs şöförleri, ilkokul öğretmenleri, profesörler, doktorlar, anneler ne bileyim gerçek sorumluluk sahibi herkes bu kadar kırgın, borçlu, yapamadığından utanan şekilde gösterse. Gerçekte sorumluluğu yapmadığımızda agresifleşip genelde yalana, sessizliğe ve garip bir şekilde kine gidiyoruz. Yazının gücü, pirenin devesi derken, elimiz boş hayata devam ediyoruz. Bu da ne kadar merhametsiz, soğuk ve kötü.

Bir de şöyle yazalar oluyor;

"Roman projem üzerinde yoğunlaştığım için blog'u bıraktım biraz..."

Bösteriş gudalası :)

29 Ocak 2011 Cumartesi

Neredeyim ben?

Bir zaman yapılanlar ilerleyen zamanlarda o mükemmel çemberinizi tamamlarken, yinelendiğinizi ama aynı zamanda o kalıptan uzakta olduğunuzu farkediyorsunuz. Mono, "Neredeyim ben?"i notalara döküp, köşesinde içini döküyorken, bambaşka yerlerde eskiye dönmekle kalmıyor, şimdinin harmanını adeta duvarlarda görüyorum. Ben Neredeyim ben?'le, sen bambaşka bir tabloyla, o farklı bir parfüm kokusuyla ve biz bir kareyle, hatta bir an ile.

Bunu hatırlamak ve barışmak mükkemel bir duygu, yaşanılması gereken.

Do not stand at my grave and weep


Do not stand at my grave and weep,
I am not there, I do not sleep.
I am in a thousand winds that blow,
I am the softly falling snow.
I am the gentle showers of rain,
I am the fields of ripening grain.
I am in the morning hush,
I am in the graceful rush
Of beautiful birds in circling flight,
I am the starshine of the night.
I am in the flowers that bloom,
I am in a quiet room.
I am in the birds that sing,
I am in each lovely thing.
Do not stand at my grave bereft
I am not there. I have not left.
Mary Elizabeth Frye

28 Ocak 2011 Cuma

Listeler. Boy boy. Okuma arzusu. Ancak sadece eyleme dökülememekten yakınmak. Yalnızlık, bir ömür. Sıfat tamlamaları, üniversiteye kazanmayı kafaya koyduğumdan an itibari ile kafamda geziniyor. 9 yıl oldu. Meyveler, soyulmaması tercihim. Ya ben? Yine kafası karışık.

Tanpınar'ın Huzur'undan huzursuzlaşmaya başladığımdan beri, evde halı kadar değerli hissedip, üşüngeçlik süre geliyor. Öylesine korkunç ve berbat bir duygu ki, tüm tiksinmeleri ortaya çıkarıyor. Uyku göze girmezken, yanan gözler ve yorgunluk çabası oluyor. Yine meyveler geliyor aklıma, en sevdiğim kiraz'dan alıyorum öfkemi.

Film kahramanlarına derin bir "gıcık" besliyorum, köşede öldürmek istermişçesine. İyi ki sadece hayal ürünü.

27 Ocak 2011 Perşembe

Mor ve Ötesi'nin Gül Kendine albümü ne kadar güzel. Öyle güzel ki, dinlerken bozduğum kasetleri aklıma getiriyor... Kaset yahu! Yaş küçük, kafa küçük, walkman ile servise binip o küçük yolda şarkının sonu gelmeden inmeyi istemediğimiz yıllar. "Biter mi sandın, tüm dertlerin?/ Hemen ödenmez büyük borçlar/ Hayata tersten baktığında/ Bitip tükenmek çok kolay." Yaş maksimum 13, neyin derdi?

O zamanların da kendine has saçma güzelliği vardı gerçi.

26 Ocak 2011 Çarşamba

He wants to die in a lake in Geneva, the mountains can cover the shape of his nose.
He wants to die where nobody can see him but the beauty of his death
will carry on so I dont believe him.
He greets me with kisses when good days deceive him and sometimes with scorn and sometimes I believe him.
And sometimes I'm convinced my friends think I am crazy, get scared and call him but he's usually hazy.
By one in the morning day is not ended, by two he is scared and sleep is no friend, and by four he will drink but cannot feel it, sleep will not come because sleep does not will it and I dont believe him.
Morning is mocking me.
I'll wander the streets avoiding them eats until the ring on my finger slips to the ground.
A gift to the gutter, a gift to the city the veins of which have broken me down.
And I dont believe him, morning is mocking me.
Oh the gods that he believes never fail to amaze me.
He believes in the love of his god of all things, but I find him wrapped up in all manner of sins.
The drugs that deceive him and the girls that believe him.
I can't control you I dont know you well, these are the reasons I think that you're ill.
And since last that we parted last that I saw him down by a river silent and hardened, morning was mocking us. Blood hit the sky.
I was just happy, my manic and I
He couldn't see me the sun was in his eyes and birds were singing to calm us down. And birds were singing to calm us down.
And I'm sorry young man, I cannot be your friend. I don't believe in a fairytale end. I dont keep my head up all of the time.
I find it dull when my heart meets my mind
Though I hardly know you I think I can tell, these are the reasons I think that we're ill.
I hardly know you I think I can tell, these are the reasons I think that I'm ill.
And the gods that he believes never fail to disappoint me.
And the gods that he believes never fail to disappoint me.
My *nihilist, my* happy man my manic and I have no plans to move on.
The birds are singing to calm us down
And birds are singing to calm us down.

Laura Marling.
O OOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOoooO.

24 Ocak 2011 Pazartesi

CANABİ TALKS

giggles:
*ormana falan gidiyor musun can abi?
*dağ izliyor musun?
*parklara peki?
*en son ne zaman elmayı dalda gördün canabi?
*tanımadığın insanlara dert yandın orada burada?
*ne bileyim kulaklığını takıp karıncaları umursamadan yattın mı çimene?
*hava soğuk olsa da ayaklarını denize soktun mu.
funkster88:
*hiç işaret fişeği de kullanmadım ona bakarsan.
*BUNLARIN HEPSİNİ YAPMIŞ VE
*BİR ELİNDE ÇEKİÇ
*DUDAKLARI ARASINDA ÇİVİİLER
*ARALIKSIZ GÜNDÜZ GECE ÇALIŞARAK
*ÜSTÜNLÜK KULÜBESİNİ İNŞA ETMİŞ DAMINA ÇIKMIŞ ELLERİNİ BELİNE KOYMUŞ
*BANA BAKIYO ORDAN PİS PİS.
funkster88:
*ne kadar crafty bi insanmışsın.
*tebrik ettim.
*o kadar güzel
*tarif ettim ki
*kendi kulübemi yapasım geldi birden.
giggles:
*CANABİ SENİ TEKERLEKLİ SANDALYEYLE KAÇIRMAK İSTİYORUM.
giggles:
*SONRA BAĞLAYACAĞIM SANDALYEYİ SANA, KEMERLE.
*UÇURUMDAN ATACAĞIM.
funkster88:
*imdat
*ben son derece iyi niyetle
*kaçırdığını sanmıştım bir an ki
*yüzümde gülümseme daha kaybolmadan
*attı uçurumdan
giggles:
*ama altta bekleyen set ekimiz vardı seni tutacaktı. meğersem plastikten çukurmuş o.
*bir baktık elimizde pasta, üzerinde 27 mum.
funkster88:
*meğersem yumuşak mıymış.
*oh be.
giggles:
*yataş yapmış, sponsor olmuş.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Dur dedi, durmadım, cezalandırdı, yılmadım, içerledim, küstü, gitti, gittim

Bir melankolidir alıp başını gitmiyor, beni de sürüklüyor gittiği yere. Eh be bırak yakamı lanet.
İtirafım var, aslında itirazlarla sıkıştırılmış ve sarmaş dolaş edilmiş bir itiraf, kim okursa onun ayağına asla dokunmasın, okumayana da dolanmasın, sevmek zor iş: burada itiraz edilen nokta bütün mizacı ve yıllardır oturtma telaşındaki kişilik, efendim tek bir noktada zerre ile yok oluş arasına getiriyor. Deneyin, başınıza gelecektir. Aşık oldum, ölüyorum denmez bir objeye, kişiye. Aşık “olunacak” eylemiyle bütünleşen bir durum değil, zaten de sonra konuşuruz o mevzuyu. Çiçeklere sevgimiz, sevilmemesi gereken insanlara verdiğimiz değerler ve yahut tutulmak istenmeyen sözler gibidir bahsettiğim sevgi alanı. Sadece onur kırıcı davranışlar içine girersiniz. Şarkılar bir anlamlı gelir sanki, bombooş bir akılla hem de.
Bir de melankolinin korkunç paranoyasında bir o yana bu yana batmak üzere kayık gibi sallanıyoruz nicedir. Hayırlara vesile, kulaklara kurşun, ananeler-adetler ayağa. Sevgi korkunç bir şey, hayallere karışırsa ah ah gelmeyelim o konuya, sakın! Bir de Türkan Şoray’ın sesinden “Sevgi neydi?” sorusunu aklımıza getirelim, ama cevabı “Emek” olmasın
“KÖTÜLÜKTÜ” olsun!