27 Şubat 2011 Pazar

Polonezler, Danslar ve Poznan

Szilvia'nın Macarca okuyan bir arkadaşı vardı Natalia isimli, ismini tam yazamadım ama okunuşu en azından böyle. Önce evini görmeye gittik, biz bir fincan çay verecekti hem de, ardından Folk Dans Partisi'ne gidecektik. Szvilvia ile konuşuyorduk ama ben sürekli "o nasıl oluyor ya" , "nasıl parti ya" , "napacaklarmış" gibi sorularla ciddi anlamda folklörik özelliklerini asla kullanmamaya çalışan bir ülkeden ve gençlikten geldiğimi an be an gösteriyordum. "dans nasıl dans"

Yurttan ayrılıp haftalık biletimin tadını çıkarırcasına Slovienska durağından Most Teatralny'ye doğru yola çıktık. Sevgili Roomie (Rumi diyebiliriz ona.) geçmişte yaşadığı aşkları anlatıyordu. Bir şekilde insan dökülmeye başlıyor ya, Rumi öyle bir konuma gelmişti. Melih diye bir Türk, bir de Koreli gibi uluslar arası aşkları konulu konumuz birden bana döndü. Memnuniyetle cevapladım. "Valla bak Silviya," dedim elimi cebime atıp, büyük bir hoh çıkarırken, "Geçen Marek'in odasında gördüğün Martin ve Jakob vardı ya, maşallah, bak bir sürü görüyorum her gün. Gene Maşallah. Ama hayat böyle geçmemeli." (...) "Ne düşünebilirim ki onlar hakkında mesela? Ne saçma." (...) Silviya biraz alınır gibi "Biraz cilve iyidir ama asla kaşar olmadım" dedi. He, banane dedim içimden gerçekten. Aslında sanırım tam olarak orospu kelimesini kullansa da "kaşar"a ben çevirdim(Bitch-Slut). "Bu dediğin arasında baya bir fark var..." diyerek aşk felsefesine de girdiğimiz için biraz kötü hissetsem de söylemem gereken şey, burada kadınların biraz cilveli olması "aha yollu bu" dedirtmiyor. Sadece "cilve" yapan kadınlar böyle daha kibar karşılanıyor. Cilve bir nevi iyi davranmak gibi bir şey. Bense hala bu duruma uzaylı gibi bakıyorum. Vay be, diyorum, "verirla bu" düşüncesiyle yaklaşmıyor bile olabilir - çok ama çok af edersiniz. Bunun üzerine Rumi: "Buraya biraz da eğlenmeye geldik, bir sorun olmaz biraz cilveli olmak" diyerek, ellerimi hava kaldırıp, "Ya, Silviya, ben onu bekleyeceğim" diyerek romantik dönüşü yaptım. Aslında bu konu hakkında böyle düşünmüyorum, neden öyle söyledim bilmiyorum. Bu konuda hakkında bir şey düşünmüyorum. Ama düşünmüyor gibi görünmek istemedim. İğrenç bir trip oldu, sözlerimi geri alamadım. Tram'e bindiğimizde bir arkadaşa evlenme teklif etmeyi düşündüm. Gene sinirle doldum kendime. Derinlerde bir yerde "hayır" cevabı alabilme düşüncesi saçlarımı elektriklendirdi. Bir de söylemem gerekir ki, 30 yaşına kadar evlenmezsek ikimizde, benimle evlenir misin? var bir de. Yemin ederim alnın ortasına elimin içiyle geriye itesim var kişiyi.

Natalia'nın evine doğru gittiğimizde soğuk yüzüme doğru oklarını savurmaya başlamıştı bile. Sosyalizm ve komünizmden bahsediyorduk bu sefer. Stalin'den, çalışma alışkanlıklarından ve kapitalizmden. Güzel haber: Bu muhabbetler 200 yıl sonra sona erecek gibi görünüyor.

Natalia'nın binası baya baya eskiydi. Apartman merdivenleri gıcırdarken o Doğu Avrupa Sineması'nın karanlık köşeleri gibi kokulu ve karanlık, tavanı baya geniş bir evin kapısının önüne geldik. En çok merak ettiğim şey geldi çattı: eve ayakkabıyla girdik, içim rahatladı. Çünkü Polonya'da kimisi evine terlikle alıyor. Evde Kasha, Alexandra ve Natalia vardı. Çay içtik, şeker bile koydurduk. Burada nasıl şeker isteyeceğimi bilmiyorum, birazcık nimet gibi geliyor. Evleri çok dağınık ve halısızdı. Çeşit çeşit el yapımı süsler, buzdolabında Avrupa şehirlerini anlatan magnetler ve her yerden sos, çorba, bulaşık çıkıyordu ve evin kendine has kokusu bana sadece mineralli suları hatırlatıyordu. Tipik bir öğrenci evi gibiydi ama dairenin tavanı da apartmanınki kadar büyüktü: 5-6 metre kadar. Korkutuculuğunun yanı sıra güzel bir evdi de.

Garip bir çay verdi Natalia, sanırım kuşburnu vardı içinde. Sürekli gülümsemesi ve sevimli aksanı ile garip bir "sarılma" dürtüsü hissettirse de, çayın güzel kıvamı ve yanmış dilim tamamen kararmaya başlayan pencereden giden zamanla bütünleşiyordu. Şu an bu konu hakkında bir roman yazabilirim, ancak hızla dört kişi yola çıktık. Hızlı hızlı giderken bir markette durup su, gofret, alkollü şeker alıp çıktık. Rüzgar hızına karşı yeni bir hız kanunu çıkarırcasına Tram istasyonuna gelmiş, hatta binmiştik bile.

Enteresan bir yere gelmiştik. Hem bir köyü hem de modern hobi evlerini andıran bir hali vardı. Birbirlerine verev gelen ve güzel bir düzen içinde odun kulübelerin olduğu bir "site"ye girmiştik. Yer yer olan kar tüm yeşilliği kapatmış, yerini çamura ve karın güzelliğini saklayan ayak izlerine bırakmıştı. Hızla akşam olurken, soğukla beraber sitenin içinde yürüyüp kendi "klubemizi" bulduk ve içeri girdik. İçeride masaya oturmuş bir iki kişi bilet kestiler ve antrede montlarımızı astıktan sonra geniş bir salonda bulduk kendimizi. Bir sandalyeye eşyalarımızı bırakıp, müzisyenlere bakmaya başladım. Heyecandan gülümseye başlamıştım ki gevrek gevrek "Akordiyon, bak bu keman, hayır bu çello, bu bildiğin ramazan davulu" diyerek biraz çingene müzik aletleri kirliliğinde enstürmanları içimden alkışladım. Yanımdakilerle paylaştım.

Sonra bir adam, yaklaşık 50 yaşlarında, ortaya çıkıp teatral bir şekilde sunum yapmaya başladı. Allah biliyor ya ne dediğini bir kelime anlamıyordum. Lehçe bilmemek şu yana dursun, yanımda biraz çeviri yapmaya çalışan arkadaşımın aksanı kalabalığın uğultusundan ötürü tamamen anlamsız seslere dönüşmüştü. Aslında çevirmesine gerek yoktu, bir süre sonra ayakları ile bir kaç figür gösterdi ve herkes yapmaya başladı. Ben ki ben, ne halay çeken, ne misket oynayan ne de bilen; yöresel takım faliyetlerini 6. sınıfta bırakmış olan ben, başladım Polonya-Macaristan-Moldova ezgileri ile folklörik danslarını "taklit etmeye".
Tanrım, diyordum, dans ne güzel bir şey. Ayağın acısa da aldırmamaya başlıyorsun, herkes bir şekilde birbirine daha da kibar davranıyor, kendini ne de güzel hissediyorsun. Susuzluk ve açlık yanında saçma geliyor ve sadece dansa veriyorsun kendini. Okuduğun kitaplar, izlediğin oyun ve filmleri, bildiğin dilleri unutuyorsun ve garip bir dünyaya giriyorsun, içinde jeden-dwa- trzy olan.

Eşli danslardaki acemiliği Natalia sayesinde atmayı başarıyorum ama korkunç olan eşlerin çok hızlı dönmesi. Polonez folklörik danslarını görmüşseniz ne dediğimi anlayacaksınız. Görmediyseniz buradan bakabilirsiniz. Bir süre sonra eşler değişince kimi zaman kalıveriyorsunuz eşsiz, ancak ne salak bir görüntü diye bakmıyorsunuz bile. Yavaşça kenara çekiliyorsunuz ve yanınıza biri gelip elini uzatıyor size. Tanımasanız bile dans etmeye başlıyorsunuz. İlk eşim upuzun boylu ve adını 3 kere tekrar ettirsem de asla anlamadığım biriydi. Yabancı olduğumu anlayınca dansımız daha çok öğretmen-öğrenci ilişkisine dönerek, kibar kibar muhabbete doğru devam etti. Neden Poznan'a geldiğimi, Türkiye'de nereli olduğumu... Sonra Natalia beni alınca, birden Silviya, başka bir kadın, başka bir adam diye devam etti ve bütün gece deli gibi tepinerek dans ettik.

Ayaklarım kimi zaman kenarda kalmamı sağlasa da, sürekli birileri ile konuşuyordum. Çok tatlı insanlar etrafımı sarıyordu. Birden gene bit yeniği aramaya başladım, malum belirli yaşlara kadar muhakkak bit yeniği cenderesini aileniz yaşatmıştır. Sonra alkolün, güzel ev yapımı keklerin ve poaçaların etkisiyle boşverdim ve kafamdaki pisliği atmaya çalıştıkça, gece daha da güzelleşti. Kibarlığın tadı, ilgi ile daha güzel bir yere götürdü akşamı.

Sonra bizim şu küçükken yaptığımız tren oyunu gibi bir oyun oynanmaya başladı. Arkamda bir tipi tip "Vıcıvocuvıccicici masaj" dedi. "Arkadaşım, ne dediğini anlamadım ama muhtemelen masaj yapacaksın, aferim" deyince adamın içindeki İngiliz -tipinin de müsaitliği doğrultusunda- birden çıkıverdi. Bütün akşam güldürüp duran bu adamın ailesinin 17. yüzyılda Polonya'ya göçmüş olduğu bir Tatar olduğu ortaya çıktı. Tatar diyemediği TATA dediği için, ilk 5 dakika bana TATA'ların tarihinden bahsetti. Tövbe. "Amcalarımı görmelisin", dedi, "daha çok Tata..."

Bu güzel dansların ardından sonlara doğru azıtan gençler ve epey yaşlı insanlar kalmıştı. Çingene ve ya Polonya Halk Türkülerine modern dans ve break dansla devam eden dansçılar çıkmıştı. Hatta bir kadın ve genç (ki o genç benim için önemlidir, bknz: aşağı:)) tangoya, İspanyol Boğası dansına ve de azıtmalı ve saçmalamalı bir şeyler yapıyorlardı. Görüntünün komikliği koltuğumda yer yer durduğum yerde gülmekten yere yapışmama sebep oldu elbette.

En son kenar koltukta otururken Skandinav yakışıklı genç partnersiz kalmıştı. Elimden hızla geçip "vıcıcıvcıcı" demeye başlamıştı. Ah, dedim içimden, hayatımda bu kadar çok dans etmedim, yemin ederim kabuk bağladı bütün ayak ve bacaklarım!. Elini belime koyup, üstüne de benim elimi tutunca duyduğum utancı anlatamam. Kişinin kendilerindeki güzellik karşı tarafa hep bir negatif olarak yansır, bilirsiniz. Elimin soğukluğundan utanıp, "dur vıcı vıcılanma. bilemedim ne dediğini. dans da edemiyorum" desem de uzun süre şakalı, esprili beni pistte tutup sonunda ayaklarımız uyuşmadığında kenara çekildik. Kibarca teşekkür edip, ayrıldı ve hemen gitti evine. "Enem dur..." diyemeden gitti diye üzülmedim. Zaten heyecan ve utanç bana bütün gece yetti. (Tefi elinde tutan çocuk)




Gece kasabadan ayrılıp şehir merkezine yürüyerek gidiyorduk, hava -11 dereceydi... Most Teatralny'ye vardığımızda sevinçliydik, 2 dk sonra tram gelecekti.

30 dakika sonra tram'e bindiğimizde, ayaklarımızı ve yüzümü hissetmiyoruduk ve dereceye baktığımızda aslında -18'di. Gene de her şeyi ile epeydir bu kadar eğlenmemiş ve üşümemiştim!

20 Şubat 2011 Pazar

Cin Dobri

The Smith’s’in There is a Light That Never Goes Out şarkısını açıp üzerinde yurt odamda bunları da yazmak varmış. – Zahmet olmazsa açın o şarkıyı, siz de bir düşünün o günlerinizi.  Dünya garip. Biraz da küçük, biraz kapitalist.

Ayın 17’sinden önce: Gitmeden evvel dönen duygu dünyam, uçak düşerselerden, ben yokken biri ölürselere kadar dolanınca her türlü gitmeme girişimini çıkan bir yol gibi görmek zor olmadı. Valiz hazırlamak, 20 kg’ı geçmemek, insanı kendi yapan eşyalarından uzaklaştırılması o kadar çirkin geldi ki, havaalanındaki business, vip vs zımbırtılarını görünce daha da çirkinleşmeye yüz tutacağı belliydi. Heyecan doluydum. Hayallerim yanımda büyüdükçe büyüyor, bir yandan da köklerimden tutmuş bırakmak istemiyordum. Halbuki çok uzun süredir kurduğum hayal ayağıma “bedava”ya gelmişti. Onu bırak lise günlerinin hatrına bunu yapmak zorundaydım, dünyayı görmek zorundaydım.

Atatürk Havaalanı’na gitmek için evvela Esenboğa Havaalanı’nı kullanmak gerekti. Dünyanın en berbat karın ağrısıyla erken gitmenin huzurluğu karışınca kıpır kıpır olan duygular annenin etkisiyle daha çok çöküşe geçti elbette. Bir an önce sadece yolcuların girdiği o bölüme geçip oturmak istedim. Kuyruk büyüdükçe büyüyor, insanlar toplanıyor, gülüşüyorlar, gazetelerini okuyorlar… Ben? Bir üşüyor, üzerimi giyince terliyor ve terleyince üzerimdekileri tekrar çıkarma hissiyle doluyordum. İlk uçağa binişim falan değildi. Esas mesele bambaşkaydı, konunun basitliği duygulara nasıl giremiyor, işte öyle.

Turkuaz koltukları ve “oşgeldnz” kızlarını geçersek, samimiyetsizce gülümseyip 28f’i buldum. Uçağın en arkası. İkramın başlangıç noktalarından biri. Uçağın kalkma heyecanı yanımda oturan Hostes mi, müfettiş mi anlamadığım bir Thy çalışanı ile beraber gidiyorduk. Önündeki Skylife’ı okudukça okuyor, içimden “tercümelerini kontrol ediyor sanırım” bile dedirtiyordu. İkramlar. Bayılıyorum bu kokuya. Salata, ev yapımı kek ve sandviç ve elbette çay. Bizi var eden sıvı nasıl su ise, kimimiz için o suda çay vardır. Salata gerçekten lezizdi, mercimek bile vardı. Skylife dergisine de düşürdüm mercimeği ya, Mehmet Günsür’ün kalbinde bir mercimek var bu ay.

İstanbul’a indiğimde o aprondaki geçişi sağlayan “köprü”de havadan gelen bir sıcaklık hissettim: elbette İstanbul Ankara’dan sıcak ve nemliydi. İnsanoğlu kuş misali, 1 saatte başka nem alanına giriveriyor.

Yeşilköy’ün iç hatları nasıl bir eko sistemse, dış hatlara geçmesi adeta bir hücrenin kalpten ayrılıp ayak damarlarına katlanmış akyuvar sayılarıyla gitmesi gibi. Dış hatlara ne demeli bilmiyorum. Herkes profesyonel bir ajan gibi davranıyor. Yanlış bir hareket yaptığımda karşımdaki hostes rujunu sol omzuma saplayacak, pilot görünümündeki tip şapkasından çıkardığı silahı havaya sıkacak ve o Ginger süren her kimse beni alıp temizleyecek. Onlar için normal geçen bir gün makyajların, güzelliğin, aynı kıyafetlerin ve havalılığın ardındaki gizemli yaşantılarında.

Gözümde büyüdükçe büyüyen dış hatlar için sadece diyebileceğim enteresan bir dünya olduğu. Bir arkadaşımı beklerken çıkış harcımı, elektronik biletime sıkı sıkı sarılıp karşı firmalara göz kırpıyordum. Duygu yoğunluğu havaalanının zübük yolcularına yayıldığı için saçma sapan hayallere takılmıyordum. Üzülmüyor, gülmüyor; sadece insanların acelesini izliyordum. Onların gerilimi arttıkça ben de “onların” gerilimlerine dahil oluyordum ve kendi dünyamdan uzaklaşmıştım. İhtiyacım ayağıma gelmiş bile. Mario oynar gibi.

Bir şekilde öncelikle bagajını vermeniz gerekiyor. Bagajını verirken elektronik biletiniz hüp diye biniş kartına dönüşüyor. 20 kilonuz sizden uzaklaştığı için yüzünüze bir gülümseme yayılıyor. Biri sırt ve bilgisayar çantamı da alıp, kollarıma-ellerime masaj yapsa diyorsunuz. Heyecan gittikçe tırmanıyor elbette; Lot Airlines sizi kuyruğuna alırken bir sürü sarışın görüyorsunuz, sizin gibi karakaşlı insanlar da varlığını sürdürüyor tabi. Kozmopolit ortamda Avrupa’lı hissediyorsunuz evvela, sonradan realite çöküyor: Orta Asya’dan göçtüğümüz ve o dönem at üstünde olduğumuz güzelliği. Merkel’in “Almam ya!” demesi…

Pasaport kontrol noktalarında polis memurları çalışıyor. Orada harcınıza, size, çaktırmadan gideceğiniz yere bakıp bonk diye damga vuruyor. Bili bili (bu sesler uydurma değildir) de yaptıktan sonra Dış Hatların bambaşka bir yüzü karşılıyor sizi: Sarililer, gözlüklüler, şortlular, sporcular, güneş gözlüklüler, peştamal’li’ler (hevet bu şakaydı).

Duty Free’yi bilmem de, minik kiosk’larda bir gofret 6,5 lira. Alacağımdan değil de zaten, 13 ziloti’ye 2 günlük yemek yaparım ben diyorum şimdi. Manyak bu havaalanı fiyatlandırması.

Pasaport, bilete bir daha bakıldıktan sonra el bagajlarınıza bakmak istiyor peron görevlileri. Botlarımı da çıkartıp uzun süre keyfini çıkarırlarken kenarda üşüyen ayaklarım ve yatışmayan heyecanım çarpışıyor ortada. Havai fişek demem ama kız kaçıran derim bu görüntüye. Son defa mesajlaşmalar, konuşmalar, buz gibi eller ve yine o apronda yürümemek için uçağa binilen köprüdeyiz. Lot amblemli uçağın ağzında erasmus öğrencileri fotoğraf çektiriyor. Her şeyi kaydetme güdüsü! Sarışın, upuzun bir kadın genş bir gülümsemeyle “cindobri” diyor…

17 Şubat 2011 Perşembe

Günlük,

Heyecandan ölmek üzereyim. Hök. İşte böyle sesler çıkartabilirim.
Bol bol vaktim olacak orada. Merak ettiysen yarın devamını yazarım. Şimdi valizlerimi hazırladım, yolculuk duşu alacağım ve macerayı başlatacağım.

Sağol.

15 Şubat 2011 Salı

Nedenlenmeler

Neden tüm bunları göğüslemeye çalışıyorsun?
Sanırım çocuklara, torun-torbaya zamanında bir şey olduğumu kanıtlamak için.

Tipik diyalog yıllardır, holivutun kullanıp bitiremediği, üstüne üstlük kişinin potansiyel "hayat amacı" felsefesine daim olmuş, bir de delice en iyi yarışına gizliden sokan diyaloglardandır. Geriye dönüp gariban babaanne, annane, dede dönüşümünde kimse Yat Klübü üyesi olmadığı için, kendi halinde sıradan ve ufak başarıları olan kimseler görülüyor rol model olarak. Sonra da bir adım daha gidiliyor konuya, aslında onlar olmadan anan-baban olmayacaktı, dolayısıyla sen de diye varoluş mekanizması hızla dönerken beyinde, heyecanlı köy anıları ve de cahillik komedisi başa sarıyor. Zamanında herkesin b'şey olduğunu bilerek tekrar çok muhterem yazarı olan kitabına, saçmalıklarla dolu bloguna, derin bilimlerin çözümsüz noktalarında sancı çekerken yakalanıyor kimisi. O zaman gerçekten soruyorum kişiye, "neden?"

Kimisi cevaptan kaçınırken, kimisi bir neden aramadan epey yol almış.

13 Şubat 2011 Pazar

Sevgili günlük,

Bugün hayallerimden birinin gerçekleştirilmesi için adım attım ve bir firmanın kabin memurluğuna soyundum. Çoraplarımı çıkarmadım. Almanca'nın okuma derecelendirmesine "iyi" dedim. 19 Nisan'da Yeşilköy'de mülakat yapacaklar. Keşke aynı hava yolu şirketi uçak biletimi de yollasa, içinde yemek de bedava olsa.

Sağol.

11 Şubat 2011 Cuma

İhtimal aziz bir ekoyken kalbim delice gurbet doldu

Bazen ihtimaller insanları alır çok korkunç sokaklara bırakır. Neredeyse sokaklarından duman çıkan o meşhur sokaklara. Başına ne geleceğini bilememenin yanı sıra, tedirginlikle sokakları arşınlarken aslında ihtimallere girmeden yaşamın ne kadar sorunsuz olabileceğini geçirilir. İhtimallere inanmayarak tehlikeden arındırırsınız kendinizi hem. Hayatınızı kompleks nedenlere bağlamadan, minimal düzeyde ancak heyecansız ve boyutsuzluğuna hoh dersiniz... HOH!
-
Bu bazı bayramlar, özel günler vardır hani aziz isimleri ile dolup taşan. Beni en çok üzeni Aziz Patrick günü. O gün böyle madara edilmemeliymiş. Biraz da Pagan metinlerini yakmışlığından kaynaklanan kızgınlığım olsa da, zamanında aziz'liğine dayanan iyilikleri yok değil. Diğer üzeni Aziz Valentin: gözümüzde kırmızı kalpten öte değeri yok. Jean D'arch'ın azizeliği ise epikliğini koruyor her zaman. Bunları yazarken tepedeki dumanlara bakıyorum da, iyi ki azizler gelmiyor şimdi. Gelse de önce çok pis bir şekilde katledilmesi lazım gelir ki kilise sonradan ünlü yapsın. 
Bizim de evliyalarımız var içimizde.
-
Echo and the Bunnymen'in 'Lips Like Sugar' şarkısı bana şu sıralar çıkan Almancı şarkıcıların şarkısı gibi geliyor.
-
Bu şakalı yazımı bitirmek istiyorum ama bir şekilde tutamıyorum kendimi. Elim yavaşça ilerleyip köşede kalbimin hızını düşürüyor: Taşikardi.
-
Memleketten ayrılıp bir an önce gurbet şarkılarıyla göğe manalı bakmak istiyorum.

4 Şubat 2011 Cuma

Haftanın Dörtlüsü

Julianna Barwick'ten, Love of Common People’da biraz değinmiştim kendisine. Bu hafta keşfettiğim, dinlerken ufak bir korkuya götüren, götürdükçe kendinin ölümüne yaklaşığını gösteren deli bir kadın o. Katil de olabilir.


Dent May ve onun mükemmel Ukulele’si ise, göründüğü gibi neşeli, şakrak, ukulelesi ve şarkı sözleri ile birlikte yol almış. Misisipi’liymiş ama gereksiz bilgi çünkü, gözlükleri ile mükemmel bir Alman görünümünde.




Monster Rally ise, Dent May’e benzerlerinde yakalandı fakat pek de bağlantı kurulmayabilir. Şarkı sözleri olmadan “chillwave” denen o garip tarzı icra etmişler ve bu hafta oyum Monster Rally’den yana, cidden şahane. Color Sky şarkısı, örneğin ilk ve tek albümleri Coral'in ilki. 2011 yılında çıkmış albüm. Belki de bana öyle geldi ama her şarkı birbirinden çok ayrı. Genelde albümlerde birliktelik olur ya hani, devam ve tekrar anlamında; bu albümde bir türlü bulamadım, başka başka kapılar açmaya devam etti. Sun/bum ve Land Ho/Masusa diğer favorilere ekleyebiliriz.




Pepper Rabit, Beauregard isimli albümleri var bir tane. Yine enteresan şarkı sözleri ve ukulele ritimleri. Biraz daha tanıdık vokal ve müzik ama klarnet çıkabilir aradan. Gene de renkleriyle bir atışı hakettiler. 

2 Şubat 2011 Çarşamba

Blog'unuzda gözümüz olsa yalan olur, döner durur.

Bazen okuduğum bloglarda, yazan insanlar bazen şunu yapıyor;

"İhmal ettim seni,...."
"Epeydir yazamadım bir şeyler..."

Bir üzgünlük kırgınlık, mükemmel ve bana acayip içten geliyor. Boynunun borcu belleyip iki klavye çıtlamasına utanan insanlar. Bu harika bir şey. Keşke aynı şeyleri otobüs şöförleri, ilkokul öğretmenleri, profesörler, doktorlar, anneler ne bileyim gerçek sorumluluk sahibi herkes bu kadar kırgın, borçlu, yapamadığından utanan şekilde gösterse. Gerçekte sorumluluğu yapmadığımızda agresifleşip genelde yalana, sessizliğe ve garip bir şekilde kine gidiyoruz. Yazının gücü, pirenin devesi derken, elimiz boş hayata devam ediyoruz. Bu da ne kadar merhametsiz, soğuk ve kötü.

Bir de şöyle yazalar oluyor;

"Roman projem üzerinde yoğunlaştığım için blog'u bıraktım biraz..."

Bösteriş gudalası :)