22 Mart 2011 Salı

Cin Dobri-2

Hikayenin gecikmeli ikinci kısmı ise sıkıntı dolu 3 saatlik Varşova uçuşunu anlatacaktır.

Cin Dobri şeyin aslında Ceni Dobri, ancak hızlı okuduğunuzda/ duyduğunuzda cin sesinin çıkmasına bağlayalım önce.

Uçağa oturduğum an, Türk Hava Yolları ile Lot Havayollarını hemen kıyaslamaya koyulmam benim suçum değil, kesinlikle kanımızdan geçen bir durum olduğunu biliyordum. Koltuk aralarının daracıklığının yanı sıra, uçağın eski ve Sovyet kokusunu da sindirmiş beyaz-bordo döşemeleri ve sarı ışığı ile Polonya’ya zaten gelmiştim.

Karnımın zil çalması ve deli gibi ikramı beklememin yanı sıra, yanıma gelen 2 genç hızlı hızlı konuşmaya, kenarlarını katladıkları gazetelerin son sayfalarını okumaya başladılar. Ara sıra onları dinlemeye çalışıyor olsam da, içimdeki korkunç sıkıntıyı kah müzik çalarımla, kah elime aldığım aylık mecmuamla, kah LOT’un kendi dergisiyle gidermeye çalışıyordum. Aynı sıranın arka tarafımda oturan arkadaşımla ara sıra konuşuyor (tek kelimelik cevaplarla), ara sıra puf diyordum. Hakikatten puf diyordum. Tam puf derken 65 yaşındaki hostesle göz göze geldik, Pu’nun f sesini çıkarmadım bu sefer… Bu yaşa gelip hala hostes kalabilmesine şaşırdım, sevindim.

İkram başladığındaki sevincim tepedeki ışık ve havalandırma sistemini aşmak üzereydi. Aynı anda ayın adeta hizasından gitmenin de “oooi.”lemesindeydim (ben daha önce gece uçağa binmediğimden bütün heyecanım.). velhasıl yanımdaki ikrama atıfta bulunup, “domuz eti olmasın bunda şimdi” demesiyle, hemen ekşisözlük bilgisini sıraladım, “İstanbul seferlerinde yokmuş.” Zaten ne eti, içine iki salatalık, bi peynir bir de ekmeğe bilmediğim (esasen o mayonez-hardal karışımı ama biraz da tatlı olan) soslu, çekirdekli ekmekti.

“Siz, Polonya’da mı okuyorsunuz?” ile başlayan muhabbetimiz, benim şehrime, Varşova’ya konudan konuya atlarken kanka oluvermiştik adeta. İçkilerimizi yudumlarken (esasen acı bir kahve benim gözümde sek skoçtan farkı yoktur), gülüşmelerimiz uçağı çınlatıyordu.

Zaman geçtikçe, şöyle biraz cama doğru eğilip ışıklandırmayı gördüm. Kare kare ışıklandırılmış geçitler, yaklaştıkça beyazlığı ortaya çıkan zemin ve kenarları düzenle oluşturulmuş bir nehir görür gibi oldum. Alçalmaktan o kadar hoşlandım ki, daha alçağa daha alçağa dememek için zor tuttum kendimi.

Aklımdan geçenler ise çok karışıktı. İlkliği yaşarken sadece aklımdan Hitleri’in de buradan geçmiş olmasıydı. Biraz hülyalı, biraz gerçekçi, soğuğun merakı ile zorlu inişten sonra, aprondan geçmek için otobüse bindik.

Birden herkesin kimliği değişmiş, yabancı insanlar oluvermişlerdi. Şimdi kimse Türkçe konuşmuyor, biz konuşunca bize bakıyorlardı adeta. Uçuşların verdiği sallantıdan mı, sıkıntıdan mı anlamasam da otobüste tutunmaya yer bulamadan hareket eden otobüste, arkadaşımın çantasını tutarak ilerledim bir süre daha.

Pasaport ve daha doğrusu vize kontrolü ise, ayrımcılığının doruklarındaydı yine. “EU Citizens” ve başka pasaport kontrolü yapan 3 banko vardı. Hızla bir dedikodu dağıldı, bize gönderilen davet mektuplarını istiyorlarmış. Eyvahlar olsun korkusu ile dolduk. Çevremizde on tane erasmus vardı ve bir kaçımız hariç kimsenin yanında davet mektubu yoktu. Ayrıca çok saçma değil miydi? Zaten konsolosluk vizeyi vermeden önce prosedür gereği istiyor. Daha sen n’pacan benim mektubumu?
Sarışın bir adam poşoşop dedikten sonra, “hello” dedim, yavaşça pasaportumu uzattım. “Erasmus?” dedi, yes, dedim. “Where is the letter?” dedi, “in my luggage” dedim. Dayanamadım: “Is it a problem?” dedim. “No” dedi. “Which Uni?” dedi. “Sa… Adam Mickiewicz dedim.” “Poznan?” dedi. “Poznan” dedim. “Take it” dedi, “Thanks” dedim.

Valizleri 15 dakika kadar bekledikten sonra, uçakta tanıştığımız iki Adanalı arkadaşımız ile dışarı çıktık. Hemen soğuğu hissettik elbette, deli gibi! İçimde soğuğa karşı derin korkular uyanmıştı, hani 2011 kışında 60 Polonyalı’nın ölmesi var ya.

Taksi pek bekletmese de, taksi için 20 kiloluk bagajlarla koşturmak pek hoş değildi. Bir Merdeces Taksi, kapısını açtı, maksimum 20 yaşında bir çocuk çıktı içinden ve 20-20 iki valizi havuz gibi olan bagaja attı. El kol ile nereye gideceğimizi anlattık. Zaten Adanalı arkadaşların biraz lehçesi vardı.

Ve şehir önümüze doğru serildi, karlı havada.

16 Mart 2011 Çarşamba

"saylilaylı leyley okka okka eyey salliyayay hehe diz taym for afrika"
Yavaştan 16 veya 26 numaralı tramvayın gelmemesini beklerken, üşümenin verdiği garip hisle etrafa bakınıyordum. O an kanım dondu adeta: Şirine'yi gördüm. Al kızı maviye boya yemin ederim Şirine. Sonradan o korkunç ses geldi aklıma: "Uslu bir çocuk olursanız, belki şirinleri bile..." Küçükken o tipleri görmekten korkup uslu olmamaya ant içmiştim. Hayatın paradoksu geldi beni buldu dedim. Sessizliğimi koruyup 14'e bindim.