4 Haziran 2011 Cumartesi

ankaraparis

Yüksel'in içinden Konur'a hızlıca gidip bir İmge'ye uğrayıp, ortadaki mısırcıdan bozuk mısır alsak çaktırmadan mayonezle yesek hemen, yol boyunca kimseye bakmadan ilerleyip Bakanlıklar hizasından Meclis parkına girip bir soluklansak, aynı hızla Güvenlik'teki Makro'ya uğrayıp market alışverişini yapsak ve Kuveyt'e gidip oradan da kendi sokağımızı bulsak ya. Ama yok bizim sokak çıkmadan evvel bir de Çağdaş'a girip unuttuklarımızı alırız kesin. Akşam yemek yer, çay demler, çaktırmadan içine tomurcuk koyar ve o salak dizileri de izleriz. Sıkıcılık denen o kavram içinde, ne kadar uzaklaştığında özlediğinde kirli sokaklara bakıldıkça unutulur. Sen de unutursun. Öğrenci bileti ne kadar olmuştur Allah bilir. 2 lira? Öbür zaman 10'luk alacağım zaten.

Benim diğer odanın balkonunda oturur, yeni aldığım kitapları özenle incelerim hemen, sen neredesin bilmem. Bilgisayarımı karıştırma derim gene de. Yoldan süper-lüks otomobilin vın sesiyle biraz daha üzülürüm kitaba, verdiğim 20 lira beni bir hafta sarssa da derim, gerisini getirmeden çayın acılığı bir türlü kesmeye kıyamadığım dergilerime yönlendirir beni. Sen işe başladın nasılsa değil mi? Öbür ay 5 kitap, bir konser dvdsi isterim. Yada boşver, nasılsa indiririz. Sen bu sefer dergilerimi alıp resimlerine bakarsın.

Ertesi gün bu sefer Hoşdere'den yukarı çıkarız, yorulduğunu söylersin bana. Ben aldırmadan o parka götürme merakı ile ilerlemeye devam ederim. İşte geldik, adını gene unuttum. devrimcilerden biri, evet orası da Dikmen Vadisi. Bak yukarı daha çıkalım Deniz Atı'nın oradan sana çalıştığım yeri göstereyim. Stiftung tabi, dernek dernek...

İlerleyen günlerde o tacı da alacağım, kolyeyle küpesini de. Ne de güzel olur o elbisemle. Yazın elbiseye doyamazsam? Ya kışa da kalırsa o merakım? Nasıl da soğuk olur akşamları. Elimle sana gösterdiğim yer meşhur. Bir mecmuanın kapağı da olsa garın tepesinde hoşgeldiniz dese de. Bienvenue a la Paris. Dur dur bildim burayı: Gare du Nord ve ya Gare de Paris-Est. 15 saattir yoldaydık sanırım, sen neredeydin gene bilmiyorum.

Harita elimizde, günlerdik bitmek bilmeyen alışkanlıklardan arınmış, her an aç ve uykusuzluk içinde binlerce kilo ağırlık var. Şehrin büyüsü? Metropolitan'ı görünce ortaya çıkan bir büyüydü, souvenir gibi içimde büyüdü. Gel gel ilerleyelim. Hızla giderken, pazar günün uğursuzluğunda kapalı mekanlar, boy boy-tür tür insanlar. Sen de gözlerini açıp kapatıyor, olası Mc Donalds öğününe dil çıkarıyordun.

Boulevard de Magenta da ne sarhoş bir yoldu. Bulüvard! Bu kelime de Fransızdı zaten. İnsanlara selam vermek isterdim, aşağıda mezarlık görünce durdum. Jim Morrison vardı değil mi, biliyorsun onu sen de. O burada mıydı? Saçmalık. Olsa da ayaklarımın altından bir de o geçmiş olurdu. Sonra adını bilmediğimiz sokaklar ve bulüvardlardan geçerken muazzam bir parka vardık. Orada İstanbul tişörtü giymiş bir adam gördüm. İstanbulu bile özledim, İstanbul'dan banane desen de, evet bize ne ama... Hakikatte ne vermiş bize? Üvey kızkardeşmişçesine gözlerini kısarak küçümsüyor bize zaten değil mi? En lüks parfümleri o sürerken, biz yapraklarla savaş ediyorduk.

Park bir yokuşun üzerinde kurulu olduğundan çıka çıka gene yorgunluğuna yorgunluk kattın değil mi? Al bak Eiffel orada, burada binalar, Yeni Dalga burada kurulmuş, işte Edith Piaf, Merhaba Jacques Brel, jönler, caféler ve şaraplar. Boy boy Paris. Ne idüğü belirsiz milliyetleren insanlar. Bangladeşli satıcılar.

Bak Montmarte Basilique du Sacre-Coeur. İçine de girsen, girmesen de orada. Bıktın değil mi kiliselerden? O kokudan bilassa? Gel o tabloları bırak, sanat tarihi görmeden gelmişsin bu güne kadar. Maalesef deme, dışarı çıkalım, Paris'in sokaklarında gezelim sadece. O pis kokulu sokaklarında, Sen'de gözlerimizi kapatalım.

Ucu bucağı olmayan merdivenlerden inerken, güneş sıcaklığıyla kavuruyor ama yapraklar çok da geçirmiyordu o güneşi. Esen rüzgara karşılık ceketimizi sallıyorduk beraber... Yürüye yürüye, satıcılarla konuşa konuşa aşağı iniyorduk ha bire. Metroya sıra gelmişti. Hiç de karıştırmadan gidiyorduk hem de. İsimler ne de bilindikti. Acaba mesela Jann Tiersen'de binmiş miydi bizim gibi? La Fayette'de inmiş miydi?

Paris ne garipti. Filmlerdeki gibi değildi. Boşluklar vardı Paris'te. Doldurmayı akıl edememişler sanırsın önce. Koku gelir burnuna, binlerce anlam çıkarırsın oradan. Başka memleket kokar, çişe döner, özlem kokusudur belki, toprak, çay mı yoksa? Ya aşk kokuyorsa diye kokarsın kokudan. Senin hissetmeyeceğin belli değil. O güzel müzikler, tablolar buradan mı? Önce sürekli sorgularsın kendine. Diline hüküm vermeden kafanı epey işletir. Dur dur dur. Düşünürken de kelimelerimin yarısı Fransızca zaten. Hüküm çoktan verilmiş diline. Sus ve dinle.

Nasyonel müzeleri iteleyip dev kitaplığa, dev bahçesine, uzun kumlu yoluna, ortadaki anlamsız havuzuna, dondurma yiyen insanları uzun uzun izlerken, çekerim seni buraya. Bak: Louvre. Salak piramitler, üstü tozlu binalar, bulutsuz gökyüzü. Tom Hanks'i burada koştururken düşündüğünü biliyorum şimdi. At onu aklından... Sartre vardı mesela, kesin buradan geçmiştir. Amelie mi? Yok burada çekilmemiştir, hatırlamıyorum. Gene izleyelim mi? Ah yapma lütfen, 16 yaşında mıyız hala? İşin yoksa À bout de souffle izle!