Eve geldiğimden beri buzdolabını açmadım. Garip bir küskünlük ve ya boş olması korkumdan değil, hiç aç hissetmedim. Şeker yerken dişlerimi düşündüm uzun süre, acınası varlıklar, koruma altında bile ziyandalar. Buzdolabı ile olan yakın ilişkilerdeki dişlerin rolü çok büyük. Gece fena bir eziyete maruz kalıyorlar bilassa. Bu çok… bilmiyorum, keyif bozucu…
-
Yine tatilin hoşluğundan eşofman gibi gevşeyip uzun süreli kahvaltıları erteleme faslı da başladı. Tavana bakıp, püstürtülen tane sayısını hesaplayıp, yapılan boyanın işçiliğine uzun uzun dalıyorum. Acaba babam da boyamış mıdır oraları? Sonra kafamı çevirince evvelden ayırdığım kitaplar gözüme çarpıyor. İçinde hiç roman olmayan, teoriğim ben diye çırpınan kitaplar. Örneğin biri tamamen göstergebilimi ile ilgiliyken diğeri felsefe kitabı olması, öte yandan gezi yazılarıyla iç içe girmiş bir ülkenin tanıtım kitabı. Elbette okumamam için elimden geleni ardıma koymamışım. Sıkıcılığımdan bile sıkılan kitaplar birbirinden alakasız ve ne almayı bekler bir halde birkaç ay daha sürünmenin peşinde.
-
Birkaç çizim çalışmasının ardından, şu kağıdı bölüp resmi ona göre yerleştirme olayı vardır ya, kendi çapımda muazzam, dünya çapında seviyesiz bir halde ustalaştığımı düşünürken, peşim sıra getirdiğim müstakbel reprödüksiyonlar ise çantamdan asla çıkmayacak olması destekliyor. Aynı anda her şeyin çalışmasını bekleme hayallerine bir yenisini ekliyorsun çünkü. Mesela mükemmel bir şeyler izlerken, diyaloglarını tamamen anlayayım, bir elim resmi yapsın, diğer elim okul ödevlerini bitirsin- beynim de vizelere çalışsın. Zaten başbakan değil, cumhurbaşkanı olmak istiyorum.
-
Ardından gelen kahverengi rengi dünyamı aydınlatıyor. Hani yönetmenler filmine renk koyar ya, ben de bu 20. yaşımın son dönemine kahverengiyi koyuyorum. Hüznü simgelediğini hissedilse de aslında bir başlangıcı ve heyecanı pekiştirmesinden yanayım.( Pek mi olumlu oldu? Bozmak için elimden geleni yaparım bir ara.) Bir dağın eteğindeki ev, kenarda akan su, güneş ve bacadan tüten duman. Bunlar kahverengi pekala.
-
Bir de Swing’le tanıdığım mükemmel iki insan var hayatımda. Ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu hissedin şu an: Fred Astaire, Ginger Rogers bir gün kasap havası oynayalım olur mu?
-
Bazen aklıma ilkçağ sorunlarından arınmış bir karanlık ortaçağ kişisi gibi takılan vatandaşın birini de anmamak olmaz tabi. Hayallerimle süslüyorum mantığından uzak, defter sayfamı yenilerken, raflarımı düzenlerken ne bileyim yastığı ters-yüz ederken, ayakkabılarımı giyerken kenara koyduğum mükemmel bir vatandaş Kane. Gizini korusa da benim için, sanki en sağlıklı tarafını yapan bir köprü gibi bu giz. Birini tanır gibi yaparsınız, karakterinin gerisini kafanızda uydurursunuz ve o imgeye sabitlenirsiniz ya. İşte o ne umutların bittiği, çaresizleştiğin bir an gelir hemen sonra. Gene de delicesine hoşlanırsınız bu durumdan, çünkü güya imge sizin hayalgücünüzü tamamen kullandığınız bir sistemden gelir. Sonra vatandaşı hakketten tanımaya başlarsınız ve hop, havuzu boylarsınız. İşte itiraf etnek gerekirse bunu yapmadım. Yaparsanız aklınızda olsun diye yazdım.
-
Hayat ne güzel. Bunu söyleyip durmak çok korkunç bir şekilde anlamını söküp götürüyor. Kusura bakma ama lan diyeceğim gene. Hayatın güzelliği lan’lığında saklı olduğu için. Haydi durma sen de de bir lan. Hiç bir dilde bir karşılığı olmayan lan. Ne buddy, ne hey, ne mensch. Bu hoyratlığa boyun eğ.