23 Ekim 2009 Cuma

Bölüm 1: Şehir

Kaç gündür aklımdan o şehri çıkaramıyordum. Ancak bu meydanlarını, mağazalarını, insanlarını şeklinde değil de, logar kapaklarını, dozerleri, sokaktaki irili ufaklı çöpleri, mermileri. O şehir oldukça güzel bir şehir, aşağı yukarı hafifçe coğrafya bilgisi olan biri hemen bilir tam olarak nerede olduğunu; ünlüdür de en azından isim olarak muhakkak… bilindikçe büyüyen, büyüdükçe abartılan şehirler arasındadır artık, yine de nefes vermek, gürültüsünü dinlemek harikadır. En azından eskiden böyle bir yerdi burası, yaklaşık 80 yıl önce. İnsanlığınızı hatırlatan en ufak hisler bile sizi öylesine mutlu eder ki, anlar hiç bitmesin istersiniz. Bu şehir de bizim için böyleydi. İçimizde kalan insani duyguların, geçmişimizin ve güzel duygularla dolu olan hatıralarımızın bir bütünü. Şehre ikinci kez gelişim olmasına rağmen.

Eski zamanlama sisteminde gün 21.03, saat 14.35. Bunu hesaplamak hiç zor gelmiyor zaten. Kolumdaki saati hiç değiştirmedim, o hala geçmişte gün sayıyor, ben de. Güneş kavurucu değil elbet, ancak orada olduğunu gösteriyor. Mart kapıdan baktırmadan, biz sokağa dökülmüşüz o şehirde. Binlerce insan kuyruk oluşturmuş; koşanlar, bekleyenler… Kuyruğun dışındaki insanlarsa oradan ne kadar çabuk uzaklaşabilirim diye adımlarını geniş atanlar. Çocuklarını alıp koşmaya başlayanlar bile vardı. Bizde ise elimizde tomar tomar kağıtlar. Garip bir mürekkep kokusu yayıyor etrafa ve sıcaklığı ile okunmayı bekliyorlar. Tarafımızı ve okuyucuları bekliyoruz, birazcık geç kalmışlar… Seri ama sessizce konuşmaya çalışıyoruz aramızda; kimi boynuna boyunluğunu sıkıca dolarken, kimi sigarasının dumanını havaya yayarken, kimi gergin bakışları ile sokağı doldururken. “yoklar” , “neredeler?” ,“bizi bıraktılar belki…” “Umutsuzluğa düşmeyelim”

Son cümle beynimde dalgalandı, umutsuzluk.. umut..suzluk..düş…meye..lim… Ufacık bir odada dalga dalga ses yapılıyor gibiydi. Görüşüm buharlaştı, kanım ayaklarıma çekildi derken tam idrak edemediğim olaylar dönmeye başladı içimde. Aynı anda hem hafifliyordum hatta sanki uçuyor, aynı anda gittikçe yere düşüyordum. İçsiz bir kuyuda gidip geliyorum sandım aslında. Şimdi güneşi saklayan koca gökdelenlerden insanlar bize bakıyorlardı. Ben yerdeydim ve tamamen bilinçsizce rüyalar görmeye başladım.

Logar kapağından çıkan iki tane kötü kokulu adam başımdaydı, saçlarıma sokağın tüm tozu yapışmıştı ve üç beş kişi de çekiyordu beni. İlk gözlerimi açtığımda hayal-gerçek arası bir yerde bunları hissettim, belki de gördüm. Ama gördüğüm ikinci şey ise, umutsuzluğa düşmemiz gerektiği idi. Zaten bunu duymuştum çok derinden.

Aniden kaçışmaya başladı insanlar… Koşanlar, araya girenler, birbirini itenler, silah sesleri, çığlıklar, haykırışlar, trafik sesi. Bir curcuna içindeydi şehir. Alayı renkli sahnelere gümüşlükler mıhlanıyordu. Gelecek bu mu olacaktı? Görünmez olduğuma kendimi inandırmam uzun sürmedi, kimse ne beni arıyordu, ne bana bakıyordu. Polisler defalarca önümden geçiyor, benden habersizlerdi bile. Yerimden yavaşça kalkıp, olanları izlemeye koyuldum. Dağılan ağıtları toplamaya çalışırken sırtımdan hiddetle bir el çekti beni kendine…

"Ne yapıyorsun, kaçmalıyız, toplama onları.” O kadar seri ve anlaşılmaz söylemişti ki, birkaç saniye duraklayıp, ittirdim duvara doğru. Görünmezdim ben. Bugün dünyanın en tarihi günlerinden biri olacaktı, bunu biliyordum ve bundan asla kaçamayacaktım. Kahramanlığı asla memnuniyetsizliğin ardında bırakmadan savaşacaktım, bunun için doğmuştum.

Ayağımın önüne şans eseri ilerde kendi ölümüne kıvranan bir askerden silah düşmüştü. Askere üzülecek, gençliğine yanacak, ailesini düşleyecek bir durumda değildim, insanlığın en uzak noktalarını yakınlaştıramıyordum, belki sonraki işti. Belki derhal getirilmesi gereken bir haliyet-i ruhiyeydi. Ama önce korumak sonra savunmaktı.

Ben bir bedendim o şehirde, ruhumu hiç saymamıştım. Bir baş, bir asker, bir gönüllü. İnandığım işin şimdi en doruğunda bayrak dikmeye çalışıyordum. Zemin sert, vakit az, insanlar yok olmaya başlamıştı. Ne komik, hatta ne garipti. Bu güne kadar insan sevgisi ile yoğrulmuştuk. Bunun edebiyatından, müziğinden, sokakta bir oyundayken; “Sevin, sevilelim” ile beslenmiştik bugüne kadar. İçimizdeki yaratıklar içimizden çıkıp bizi yok etmeye kalkana kadar.

Elimizdeki elden çoğaltılmış kağıtlar, aslı okuyucuda olan kısa ama varlıklı bir dönem değişikliği bildirgesi idi. Bunu çoktan kabul eden insanlarla dolup taşan şehirde güçlerin istemediği bir bildirgeydi. Şiddet üzerine şiddet gerçekleşirken, verilen insan kayıpları kapatılmaya, yapılan ayıplar örtülmeye çalışınca kıyamet daha doğrusu kıyametler kopmaya başlamıştı. Yakın bir zamandı, aç, kayıp, sessizliğe kapatılan insanlarla çevrilmiş, elimiz kolumuz bağlı oturuyorduk. Yeni bir dünya gerekliydi, temizliği ile bizi kendimizden alan, insani değerler biçen. Hangi yüzyılda olursa olsun “insan”lıktan hiç uzaklaşmayan.

Kafamdan bunları usul usul geçirirken silahımı iki kez kullanmak zorunda olduğum için kulaklarım paralanıyordu. Belki durum bahanesi sadece kulaklarıma vurmuştu; o şeyi kullanmak zorunda kalmak gerçekten sadece mide bulandırıcıydı, bunu kabul etmemeye çalışıyordum. Kullanmaya devam ederken bacağımdaki acı ile bugün ikinci kez yere düştüm, toz ve toprak ile. Vurulmuştum… görünmez ben, görünmez kurşunlarla.

Şehrin ikinci yanını görmüştüm, gece. Ben askeri idarelere kapatılmadan önce son kez.

2 yorum: