20 Şubat 2011 Pazar

Cin Dobri

The Smith’s’in There is a Light That Never Goes Out şarkısını açıp üzerinde yurt odamda bunları da yazmak varmış. – Zahmet olmazsa açın o şarkıyı, siz de bir düşünün o günlerinizi.  Dünya garip. Biraz da küçük, biraz kapitalist.

Ayın 17’sinden önce: Gitmeden evvel dönen duygu dünyam, uçak düşerselerden, ben yokken biri ölürselere kadar dolanınca her türlü gitmeme girişimini çıkan bir yol gibi görmek zor olmadı. Valiz hazırlamak, 20 kg’ı geçmemek, insanı kendi yapan eşyalarından uzaklaştırılması o kadar çirkin geldi ki, havaalanındaki business, vip vs zımbırtılarını görünce daha da çirkinleşmeye yüz tutacağı belliydi. Heyecan doluydum. Hayallerim yanımda büyüdükçe büyüyor, bir yandan da köklerimden tutmuş bırakmak istemiyordum. Halbuki çok uzun süredir kurduğum hayal ayağıma “bedava”ya gelmişti. Onu bırak lise günlerinin hatrına bunu yapmak zorundaydım, dünyayı görmek zorundaydım.

Atatürk Havaalanı’na gitmek için evvela Esenboğa Havaalanı’nı kullanmak gerekti. Dünyanın en berbat karın ağrısıyla erken gitmenin huzurluğu karışınca kıpır kıpır olan duygular annenin etkisiyle daha çok çöküşe geçti elbette. Bir an önce sadece yolcuların girdiği o bölüme geçip oturmak istedim. Kuyruk büyüdükçe büyüyor, insanlar toplanıyor, gülüşüyorlar, gazetelerini okuyorlar… Ben? Bir üşüyor, üzerimi giyince terliyor ve terleyince üzerimdekileri tekrar çıkarma hissiyle doluyordum. İlk uçağa binişim falan değildi. Esas mesele bambaşkaydı, konunun basitliği duygulara nasıl giremiyor, işte öyle.

Turkuaz koltukları ve “oşgeldnz” kızlarını geçersek, samimiyetsizce gülümseyip 28f’i buldum. Uçağın en arkası. İkramın başlangıç noktalarından biri. Uçağın kalkma heyecanı yanımda oturan Hostes mi, müfettiş mi anlamadığım bir Thy çalışanı ile beraber gidiyorduk. Önündeki Skylife’ı okudukça okuyor, içimden “tercümelerini kontrol ediyor sanırım” bile dedirtiyordu. İkramlar. Bayılıyorum bu kokuya. Salata, ev yapımı kek ve sandviç ve elbette çay. Bizi var eden sıvı nasıl su ise, kimimiz için o suda çay vardır. Salata gerçekten lezizdi, mercimek bile vardı. Skylife dergisine de düşürdüm mercimeği ya, Mehmet Günsür’ün kalbinde bir mercimek var bu ay.

İstanbul’a indiğimde o aprondaki geçişi sağlayan “köprü”de havadan gelen bir sıcaklık hissettim: elbette İstanbul Ankara’dan sıcak ve nemliydi. İnsanoğlu kuş misali, 1 saatte başka nem alanına giriveriyor.

Yeşilköy’ün iç hatları nasıl bir eko sistemse, dış hatlara geçmesi adeta bir hücrenin kalpten ayrılıp ayak damarlarına katlanmış akyuvar sayılarıyla gitmesi gibi. Dış hatlara ne demeli bilmiyorum. Herkes profesyonel bir ajan gibi davranıyor. Yanlış bir hareket yaptığımda karşımdaki hostes rujunu sol omzuma saplayacak, pilot görünümündeki tip şapkasından çıkardığı silahı havaya sıkacak ve o Ginger süren her kimse beni alıp temizleyecek. Onlar için normal geçen bir gün makyajların, güzelliğin, aynı kıyafetlerin ve havalılığın ardındaki gizemli yaşantılarında.

Gözümde büyüdükçe büyüyen dış hatlar için sadece diyebileceğim enteresan bir dünya olduğu. Bir arkadaşımı beklerken çıkış harcımı, elektronik biletime sıkı sıkı sarılıp karşı firmalara göz kırpıyordum. Duygu yoğunluğu havaalanının zübük yolcularına yayıldığı için saçma sapan hayallere takılmıyordum. Üzülmüyor, gülmüyor; sadece insanların acelesini izliyordum. Onların gerilimi arttıkça ben de “onların” gerilimlerine dahil oluyordum ve kendi dünyamdan uzaklaşmıştım. İhtiyacım ayağıma gelmiş bile. Mario oynar gibi.

Bir şekilde öncelikle bagajını vermeniz gerekiyor. Bagajını verirken elektronik biletiniz hüp diye biniş kartına dönüşüyor. 20 kilonuz sizden uzaklaştığı için yüzünüze bir gülümseme yayılıyor. Biri sırt ve bilgisayar çantamı da alıp, kollarıma-ellerime masaj yapsa diyorsunuz. Heyecan gittikçe tırmanıyor elbette; Lot Airlines sizi kuyruğuna alırken bir sürü sarışın görüyorsunuz, sizin gibi karakaşlı insanlar da varlığını sürdürüyor tabi. Kozmopolit ortamda Avrupa’lı hissediyorsunuz evvela, sonradan realite çöküyor: Orta Asya’dan göçtüğümüz ve o dönem at üstünde olduğumuz güzelliği. Merkel’in “Almam ya!” demesi…

Pasaport kontrol noktalarında polis memurları çalışıyor. Orada harcınıza, size, çaktırmadan gideceğiniz yere bakıp bonk diye damga vuruyor. Bili bili (bu sesler uydurma değildir) de yaptıktan sonra Dış Hatların bambaşka bir yüzü karşılıyor sizi: Sarililer, gözlüklüler, şortlular, sporcular, güneş gözlüklüler, peştamal’li’ler (hevet bu şakaydı).

Duty Free’yi bilmem de, minik kiosk’larda bir gofret 6,5 lira. Alacağımdan değil de zaten, 13 ziloti’ye 2 günlük yemek yaparım ben diyorum şimdi. Manyak bu havaalanı fiyatlandırması.

Pasaport, bilete bir daha bakıldıktan sonra el bagajlarınıza bakmak istiyor peron görevlileri. Botlarımı da çıkartıp uzun süre keyfini çıkarırlarken kenarda üşüyen ayaklarım ve yatışmayan heyecanım çarpışıyor ortada. Havai fişek demem ama kız kaçıran derim bu görüntüye. Son defa mesajlaşmalar, konuşmalar, buz gibi eller ve yine o apronda yürümemek için uçağa binilen köprüdeyiz. Lot amblemli uçağın ağzında erasmus öğrencileri fotoğraf çektiriyor. Her şeyi kaydetme güdüsü! Sarışın, upuzun bir kadın genş bir gülümsemeyle “cindobri” diyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder