27 Şubat 2011 Pazar

Polonezler, Danslar ve Poznan

Szilvia'nın Macarca okuyan bir arkadaşı vardı Natalia isimli, ismini tam yazamadım ama okunuşu en azından böyle. Önce evini görmeye gittik, biz bir fincan çay verecekti hem de, ardından Folk Dans Partisi'ne gidecektik. Szvilvia ile konuşuyorduk ama ben sürekli "o nasıl oluyor ya" , "nasıl parti ya" , "napacaklarmış" gibi sorularla ciddi anlamda folklörik özelliklerini asla kullanmamaya çalışan bir ülkeden ve gençlikten geldiğimi an be an gösteriyordum. "dans nasıl dans"

Yurttan ayrılıp haftalık biletimin tadını çıkarırcasına Slovienska durağından Most Teatralny'ye doğru yola çıktık. Sevgili Roomie (Rumi diyebiliriz ona.) geçmişte yaşadığı aşkları anlatıyordu. Bir şekilde insan dökülmeye başlıyor ya, Rumi öyle bir konuma gelmişti. Melih diye bir Türk, bir de Koreli gibi uluslar arası aşkları konulu konumuz birden bana döndü. Memnuniyetle cevapladım. "Valla bak Silviya," dedim elimi cebime atıp, büyük bir hoh çıkarırken, "Geçen Marek'in odasında gördüğün Martin ve Jakob vardı ya, maşallah, bak bir sürü görüyorum her gün. Gene Maşallah. Ama hayat böyle geçmemeli." (...) "Ne düşünebilirim ki onlar hakkında mesela? Ne saçma." (...) Silviya biraz alınır gibi "Biraz cilve iyidir ama asla kaşar olmadım" dedi. He, banane dedim içimden gerçekten. Aslında sanırım tam olarak orospu kelimesini kullansa da "kaşar"a ben çevirdim(Bitch-Slut). "Bu dediğin arasında baya bir fark var..." diyerek aşk felsefesine de girdiğimiz için biraz kötü hissetsem de söylemem gereken şey, burada kadınların biraz cilveli olması "aha yollu bu" dedirtmiyor. Sadece "cilve" yapan kadınlar böyle daha kibar karşılanıyor. Cilve bir nevi iyi davranmak gibi bir şey. Bense hala bu duruma uzaylı gibi bakıyorum. Vay be, diyorum, "verirla bu" düşüncesiyle yaklaşmıyor bile olabilir - çok ama çok af edersiniz. Bunun üzerine Rumi: "Buraya biraz da eğlenmeye geldik, bir sorun olmaz biraz cilveli olmak" diyerek, ellerimi hava kaldırıp, "Ya, Silviya, ben onu bekleyeceğim" diyerek romantik dönüşü yaptım. Aslında bu konu hakkında böyle düşünmüyorum, neden öyle söyledim bilmiyorum. Bu konuda hakkında bir şey düşünmüyorum. Ama düşünmüyor gibi görünmek istemedim. İğrenç bir trip oldu, sözlerimi geri alamadım. Tram'e bindiğimizde bir arkadaşa evlenme teklif etmeyi düşündüm. Gene sinirle doldum kendime. Derinlerde bir yerde "hayır" cevabı alabilme düşüncesi saçlarımı elektriklendirdi. Bir de söylemem gerekir ki, 30 yaşına kadar evlenmezsek ikimizde, benimle evlenir misin? var bir de. Yemin ederim alnın ortasına elimin içiyle geriye itesim var kişiyi.

Natalia'nın evine doğru gittiğimizde soğuk yüzüme doğru oklarını savurmaya başlamıştı bile. Sosyalizm ve komünizmden bahsediyorduk bu sefer. Stalin'den, çalışma alışkanlıklarından ve kapitalizmden. Güzel haber: Bu muhabbetler 200 yıl sonra sona erecek gibi görünüyor.

Natalia'nın binası baya baya eskiydi. Apartman merdivenleri gıcırdarken o Doğu Avrupa Sineması'nın karanlık köşeleri gibi kokulu ve karanlık, tavanı baya geniş bir evin kapısının önüne geldik. En çok merak ettiğim şey geldi çattı: eve ayakkabıyla girdik, içim rahatladı. Çünkü Polonya'da kimisi evine terlikle alıyor. Evde Kasha, Alexandra ve Natalia vardı. Çay içtik, şeker bile koydurduk. Burada nasıl şeker isteyeceğimi bilmiyorum, birazcık nimet gibi geliyor. Evleri çok dağınık ve halısızdı. Çeşit çeşit el yapımı süsler, buzdolabında Avrupa şehirlerini anlatan magnetler ve her yerden sos, çorba, bulaşık çıkıyordu ve evin kendine has kokusu bana sadece mineralli suları hatırlatıyordu. Tipik bir öğrenci evi gibiydi ama dairenin tavanı da apartmanınki kadar büyüktü: 5-6 metre kadar. Korkutuculuğunun yanı sıra güzel bir evdi de.

Garip bir çay verdi Natalia, sanırım kuşburnu vardı içinde. Sürekli gülümsemesi ve sevimli aksanı ile garip bir "sarılma" dürtüsü hissettirse de, çayın güzel kıvamı ve yanmış dilim tamamen kararmaya başlayan pencereden giden zamanla bütünleşiyordu. Şu an bu konu hakkında bir roman yazabilirim, ancak hızla dört kişi yola çıktık. Hızlı hızlı giderken bir markette durup su, gofret, alkollü şeker alıp çıktık. Rüzgar hızına karşı yeni bir hız kanunu çıkarırcasına Tram istasyonuna gelmiş, hatta binmiştik bile.

Enteresan bir yere gelmiştik. Hem bir köyü hem de modern hobi evlerini andıran bir hali vardı. Birbirlerine verev gelen ve güzel bir düzen içinde odun kulübelerin olduğu bir "site"ye girmiştik. Yer yer olan kar tüm yeşilliği kapatmış, yerini çamura ve karın güzelliğini saklayan ayak izlerine bırakmıştı. Hızla akşam olurken, soğukla beraber sitenin içinde yürüyüp kendi "klubemizi" bulduk ve içeri girdik. İçeride masaya oturmuş bir iki kişi bilet kestiler ve antrede montlarımızı astıktan sonra geniş bir salonda bulduk kendimizi. Bir sandalyeye eşyalarımızı bırakıp, müzisyenlere bakmaya başladım. Heyecandan gülümseye başlamıştım ki gevrek gevrek "Akordiyon, bak bu keman, hayır bu çello, bu bildiğin ramazan davulu" diyerek biraz çingene müzik aletleri kirliliğinde enstürmanları içimden alkışladım. Yanımdakilerle paylaştım.

Sonra bir adam, yaklaşık 50 yaşlarında, ortaya çıkıp teatral bir şekilde sunum yapmaya başladı. Allah biliyor ya ne dediğini bir kelime anlamıyordum. Lehçe bilmemek şu yana dursun, yanımda biraz çeviri yapmaya çalışan arkadaşımın aksanı kalabalığın uğultusundan ötürü tamamen anlamsız seslere dönüşmüştü. Aslında çevirmesine gerek yoktu, bir süre sonra ayakları ile bir kaç figür gösterdi ve herkes yapmaya başladı. Ben ki ben, ne halay çeken, ne misket oynayan ne de bilen; yöresel takım faliyetlerini 6. sınıfta bırakmış olan ben, başladım Polonya-Macaristan-Moldova ezgileri ile folklörik danslarını "taklit etmeye".
Tanrım, diyordum, dans ne güzel bir şey. Ayağın acısa da aldırmamaya başlıyorsun, herkes bir şekilde birbirine daha da kibar davranıyor, kendini ne de güzel hissediyorsun. Susuzluk ve açlık yanında saçma geliyor ve sadece dansa veriyorsun kendini. Okuduğun kitaplar, izlediğin oyun ve filmleri, bildiğin dilleri unutuyorsun ve garip bir dünyaya giriyorsun, içinde jeden-dwa- trzy olan.

Eşli danslardaki acemiliği Natalia sayesinde atmayı başarıyorum ama korkunç olan eşlerin çok hızlı dönmesi. Polonez folklörik danslarını görmüşseniz ne dediğimi anlayacaksınız. Görmediyseniz buradan bakabilirsiniz. Bir süre sonra eşler değişince kimi zaman kalıveriyorsunuz eşsiz, ancak ne salak bir görüntü diye bakmıyorsunuz bile. Yavaşça kenara çekiliyorsunuz ve yanınıza biri gelip elini uzatıyor size. Tanımasanız bile dans etmeye başlıyorsunuz. İlk eşim upuzun boylu ve adını 3 kere tekrar ettirsem de asla anlamadığım biriydi. Yabancı olduğumu anlayınca dansımız daha çok öğretmen-öğrenci ilişkisine dönerek, kibar kibar muhabbete doğru devam etti. Neden Poznan'a geldiğimi, Türkiye'de nereli olduğumu... Sonra Natalia beni alınca, birden Silviya, başka bir kadın, başka bir adam diye devam etti ve bütün gece deli gibi tepinerek dans ettik.

Ayaklarım kimi zaman kenarda kalmamı sağlasa da, sürekli birileri ile konuşuyordum. Çok tatlı insanlar etrafımı sarıyordu. Birden gene bit yeniği aramaya başladım, malum belirli yaşlara kadar muhakkak bit yeniği cenderesini aileniz yaşatmıştır. Sonra alkolün, güzel ev yapımı keklerin ve poaçaların etkisiyle boşverdim ve kafamdaki pisliği atmaya çalıştıkça, gece daha da güzelleşti. Kibarlığın tadı, ilgi ile daha güzel bir yere götürdü akşamı.

Sonra bizim şu küçükken yaptığımız tren oyunu gibi bir oyun oynanmaya başladı. Arkamda bir tipi tip "Vıcıvocuvıccicici masaj" dedi. "Arkadaşım, ne dediğini anlamadım ama muhtemelen masaj yapacaksın, aferim" deyince adamın içindeki İngiliz -tipinin de müsaitliği doğrultusunda- birden çıkıverdi. Bütün akşam güldürüp duran bu adamın ailesinin 17. yüzyılda Polonya'ya göçmüş olduğu bir Tatar olduğu ortaya çıktı. Tatar diyemediği TATA dediği için, ilk 5 dakika bana TATA'ların tarihinden bahsetti. Tövbe. "Amcalarımı görmelisin", dedi, "daha çok Tata..."

Bu güzel dansların ardından sonlara doğru azıtan gençler ve epey yaşlı insanlar kalmıştı. Çingene ve ya Polonya Halk Türkülerine modern dans ve break dansla devam eden dansçılar çıkmıştı. Hatta bir kadın ve genç (ki o genç benim için önemlidir, bknz: aşağı:)) tangoya, İspanyol Boğası dansına ve de azıtmalı ve saçmalamalı bir şeyler yapıyorlardı. Görüntünün komikliği koltuğumda yer yer durduğum yerde gülmekten yere yapışmama sebep oldu elbette.

En son kenar koltukta otururken Skandinav yakışıklı genç partnersiz kalmıştı. Elimden hızla geçip "vıcıcıvcıcı" demeye başlamıştı. Ah, dedim içimden, hayatımda bu kadar çok dans etmedim, yemin ederim kabuk bağladı bütün ayak ve bacaklarım!. Elini belime koyup, üstüne de benim elimi tutunca duyduğum utancı anlatamam. Kişinin kendilerindeki güzellik karşı tarafa hep bir negatif olarak yansır, bilirsiniz. Elimin soğukluğundan utanıp, "dur vıcı vıcılanma. bilemedim ne dediğini. dans da edemiyorum" desem de uzun süre şakalı, esprili beni pistte tutup sonunda ayaklarımız uyuşmadığında kenara çekildik. Kibarca teşekkür edip, ayrıldı ve hemen gitti evine. "Enem dur..." diyemeden gitti diye üzülmedim. Zaten heyecan ve utanç bana bütün gece yetti. (Tefi elinde tutan çocuk)




Gece kasabadan ayrılıp şehir merkezine yürüyerek gidiyorduk, hava -11 dereceydi... Most Teatralny'ye vardığımızda sevinçliydik, 2 dk sonra tram gelecekti.

30 dakika sonra tram'e bindiğimizde, ayaklarımızı ve yüzümü hissetmiyoruduk ve dereceye baktığımızda aslında -18'di. Gene de her şeyi ile epeydir bu kadar eğlenmemiş ve üşümemiştim!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder