Cennetten daha uzakta sarf içinde yüzerken, dalga yüzüme çarpıyor. Kıyıya sürüklenene kadar uyanmıyorum, muhtemelen fazla su yutup heyecanlandığım için deniz gözlerimi kapatıp olanları görmemi istemeden kıyıya koydu. Şükranlarımı belirtip doğruluyorum. Biri olsa biraz daha naz yapıp karnımdan su çıkarın, derdim. Ama suyun karnımda durması gerekiyor zaten, ilerde ormanda ilerlerken ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Susarsam, tuzsuz kalırsam?
Müziklerle karşılıyor orman halkı. Yüzlerinde yeni gelen misafirin sevgiyle kavurduğu ışıltı var. Güneşin de etkisi yok değil, fazla siyahlaşmışlar sanki kurumuşlar. Önce içecek ikram ediyorlar, halbuki içmeye tok, ancak yemeğe açım. Söylemeye utanıyorum, kabile reisi pişirdiği Hindistan cevizini veriyor, ikilemeden ağzıma atıyorum. Yiyişimi izliyorlar, hatta çocukları taklit ediyor. Müziğin sesi yükseliyor. “gitmem gerek” diyorum, “sonra onunla beraber geliriz.”
Yanıma aldığım çantalara taş dolduruyorum. Sürünen hayvanlardan korkuyorum, ayağıma dolanıp havaya astıkları için. Canlarını acıtmak istemem, korkutmak yeterli. İnsanoğlu bu korkmak değil korkutmak ister. Yukarıdaki prense el sallıyorum, “Yine yaptım yapacağımı, kızma bana…” diyorum. Bazen havada süzülerek, bazen yürüyerek yeni yollar oluşturuyorum çünkü kimse daha önce gitmemiş. Bu beni daha fazla kahraman hissettiriyor.
Yolun sonundaki küçük kulübenin boş olduğunu görünce büyük bir umutsuzluğa kapılıyorum. İçindeki kırmızı koltukta oturur bir şeyler çalar, temizler ya da okurdu diye bildiğim için gerçekten üzülüyorum. Evin köşesinden dönüp ırmağa doğru gidiyorum. Ayakkabılarımı boynuma asıp su ile oynamaya başlıyorum. Ala renkli bir balık geliyor, “sen onu mu arıyorsun?”
“Evet” diyorum, “Nerede?”
“Pazara gitti. Ailemi satın alacak. Lütfen bana geri getirir misin?”
üzülmesin diye kabul ediyorum, bir daha görüşmek üzere ayrılıyoruz. Ancak görüşmeyeceğimizi bir ben biliyorum. Pazara gitmeye hiç niyetim yok. Ormanın avcısı ile karşılaşmak ölümden beter, sürekli konuşup büyüyor, şişerek hem de. Onu izlerken oldukça yoruluyor, uyuyakalıyorum. Bu da ayıp.
O pazardan gelene kadar nehirde elbiselerimi çıkarmış yüzüyorum. Çünkü çantamın içine hiç elbise koymamışım. Biraz utanmama sebep oluyor, biri çıkmasın diye çaylara doğru gidiyorum. Ancak elbiselerimi nereye koyduğumu unuttuğumda, ağaçtan bir elbise düşüyor, turuncu renkte. Üzerime geçirip ilerliyorum, yaprakların arasında kırmızı pabuçlar parlıyor. Islak olduğum için üşümeye başlıyorum, aniden rüzgar duruyor. Gerçekten şanslı bir gün, ancak saçlarımın da kuruması lazım.
Ben çayda yüzerken pazardan aldıklarını koyuyormuş o. Koşarak yanına varmaya çalışıyorum, ancak sanki hayali adımlar. İlerlemek bilmiyorum. “hey” diye bağrıyorum, “en azından sen gel.”
Kahkahalarla arkamı gösteriyor. Turuncu elbisemin kuşağından tutan avcı ışıldayan gözleri ile koca bünyesine bastırıyor beni. Güya sarılıyoruz ama soluksuz kalıyorum, gittikçe morarıyorum.
“avcı, dur dur. Nasılsın? İlerdeki ceylan sürüsünü sen de gördün mü?”
avcı ağaca dayadığı tüfeği alarak koşuyor ormanın içlerine doğru. “hu hu huuuu” diye bağrıyor bana, “çok teşekkür ederim”. Avcının en sevdiği hayvan ceylanlardır, özellikle yavru olanları.
Koşarak geliyor o bana. Saç tellerimi tek tek öpüp, “yalanların beni çok güldürüyor” diyor, burnumu, serçe parmağımı, köprücük kemiğimi öpüyor. Saçlarım kuruyup yorgunluğum gidiyor.
Çay oluyor ocakta, fokurdayana kadar kendini saklıyor ama. Sonunda dayanamayıp içmemizi söylüyor. Birer bardak koymaya çalışıyoruz, biraz daha demlenebilirim aslında, diyor. O şarkı söyleyerek açıyor, çayı bardağa boşaltıyor, yanına kek koyuyor.
Tüm düğmeleri döküyorum halıya. Tek tek dikmeye başlıyoruz, öyle komik desenler çıkıyor ki düğmelerinden uçmaya çalışanları iplerini koparıyor, içimize girip gıdıklıyor. Sonra o deniz kabuğunu getirip çalıyor bana, en sevdiğim şarkıyı. Ben de teşekkür ediyor ve halıya kıvrılıyorum.
Sarmal olup uyuyakalıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder