30 Temmuz 2009 Perşembe

BEN

Kaçan zemin içine doğru çekmeye çalışsa da dirençle yürüyordum. Fazla bir basınç vardı, daha fazla yer çekimi, olduğumdan daha hafif hissetsem de oldukça fena bir duyguydu, katlanma zorunluluğu hiç de hoş değildi. Ancak önemli işlerim vardı, sürekli kim olduğumu hatırlatıyor, kendime güven getiriyordu.

Ben de bir insandım ve saçma duyguları tabii ki taşıyacaktım.


Hızla yürümeye devam ettim. Sokak lambaları aşağı eğilmiş beni takip ediyordu. Bundan korku duydum, halbuki o evsiz ve şarapçı adam beni uyarmıştı bu konuda. Bazen insanların tavsiyeleri dinlemeyi unutuyorum, üzerine mükemmel bahaneler yazıp uygulamıyorum. Sevmiyorum da kısa bir özeti olabilir.


Koşmaya başladım bu sefer, onlar da benle beraber hızlandı. Ara bir sokağa attım kendimi, ama dövünüyordum geç kalacağım diye. Canımı da kurtarmam gerekirdi. Ara sokakta bir taş ayakkabımın içine girdi ve saatte 300 km hızla yokuş aşağı kaydım. Bu km ve zaman hesaplarında okulda iyi olduğum için tahminlerim oldukça iyidir. Bir eksik ya da fazla değildi. Bana zaman da kazandırmıştı. Teşekkür edip yola devam ettim.


“Bir dakika yahu” dedi taş, “seni bırakmak istemiyorum ki…” Sesinde oldukça alınmış bir ton vardı. Yıllardır tanışıyor gibiydik. Öylesine acıdım ki bir an, “cebime alayım mı seni?” dedim. Kaşlarını çattı, küfrediyormuşum gibi suratıma bakakaldı, “indir beni seni terbiyesiz, şu ağacın yanına koy hemen” dedi. Sessizce dediklerini yaptım. Gerçekten dediğimden pişman oldum. Taşın kalbini incitmek gerçekten kötü bir şeydir. Tekrar hatırlamış oldum. Belki affeder diye, ağacın yanındaki yosuna bıraktım. En azından, diye düşündüm, rahat bir uyku çeker. Ancak bir taş benden üstün olacak değildi. Canımı sıkmıştı bu durum, gittim tekme attım başka bir sokağa hızla uçtu.


Birden bir kova su boşaldı üzerime. Apartmandakiler durumu fark edip ceza mı veriyorlar, dedim. Ancak kimse yoktu sokakta, balkonlarda. Cezalandıracak bir koku yoktu havada. Sadece haylaz bir bulut tepeme dikilmiş su saçıyordu üzerime. Elimdeki boş evrak çantası da ıslanmıştı. Bu sefer elimle kovmaya çalıştım, gitti. Şu an ben de sinirlenmiştim.


Sokağın köşesindeki tek yön levhası, “etme bulma dünyası” dedi.


Bir de böyle her şeyi bilenlerin bilen konuşmaları çok sinir bozucudur. Gittikçe sinirledim, kıpkırmızı olduğumu kulaklarımda hissettim. Biri iğne batırsa uçarak giderdim sanırım!

Yoluma devam ettim, sen önemli birisin ve acil işlerin var, dedim. Harika motive edebiliyordum kendimi, neşelenmeye bile başlamıştım. Bir şarkı attım ağzıma, çiğneyerek yürümeye devam ettim.

-

İşlerimi halledip uyumaya çalıştım. Gözüme uyku girmiyordu, başkalarının gözünden almam gerekirdi. Yarın da çok mühim işlerim vardı yine tabii ki, diğerin uykularını önemseyecek değildim. Hızlıca deri taytımı, deri bluzumu, deri çizmelerimi, deri eldivenlerimi ve maskemi aldım. Her birinin başka renkte olması kamufleyi bozabiliyordu, ancak kendimi üzecek değildim.


Hızlıca çıktım. Bir eve açık bir pencereden tırmanarak girdim. Her şey mükemmeldi evde. Harika bir ahenk vardı ve dans ediyordu. “İyi geceler, uykunuz var mı?” dedim. Gözlerini kocaman açan ev sahibi kadın, saçlarını geriye doğru attı, “AH CANIIIIM siz mi geldiniz? Kek ister misiniz henüz pişti, yarın içindi ama yiyelim lütfen. Çay da oldukça taze, tabakları da yıkadım.” Kadın konuştukça konuşuyordu. Tertemiz ve jilet gibi ütülü kıyafetleri, gittikçe büyüyen mavi gözleri ile takım oluşturmuştu. Gözlerimi alamıyordum, ama her yere bakmaktan alamıyordum ve oldukça yorucu bir işti. Keşke birkaç gözüm daha olsa ne kadar kolay olur dedim, not defterime sonra almak üzere yazdım. Birden koca bir yemek masasının üzerinde birbirinden lezzetli görünen yiyecekler oluştu… kadın gözlerini açarak geldi, elinde puf eldiveni ile dikkatlice beni izledi. Bakışları beni iyice yormuştu.


Bina boşluğundan atlayıp rüzgarın etkisiyle ikinci katta bir eve girdim, şans o ki onun da penceresi açıktı ve bulut gibi yumuşak bir yatağa düştüm. Öylesine güzeldi ki yatak; elimi attığımda yakalayamıyordum, sürekli içine gömülüyordum, üzerimden geçiyor, oldukça eğleniyordum. Ne olduğunu, nerede olduğumu sormaya bile fırsat bulamamıştım henüz. Aklıma geldiğinde belki de bir saat geçmişti. Hoplayıp zıplıyordum yattığım yerde.

Üzerime bir kafa eğildi, “efendim bir isteğiniz var mı?”. Vay anasını ne kadar görkemli bir uşaktı bu. Üç metreye yakın boyu vardı, devasa bir tepsisi ile. Nereden buluyordu acaba bunca büyük eşyayı? Harikulade. “Var isteğim canım. Uykun.”


“Efendim şimdi saatime baktım da mesaim doldu. Yarın getirebilirim isterseniz. İyi geceler.”


Sinirlenmiştim. Tırnaklarımla parmaklarımı da yemeye başladım. Hızımı alamadığımdan her yer kan oldu. Şimdi daha da sinirliydim ve kulaklarımdan duman geldi. Aman tanrım, kendimi imha etmeye başlıyordum. Ama ben ben ben ben diye haykırıyordum. Pencereye kafamı çarpınca bir anda her yer bembeyaz oldu. Sonra mavi. Bir kız çocuğu geldi başıma, çünkü yatıyordum. Alice’e benziyordu. Her sarışın ve mavi balo elbiseli kız Alice’tir ya.


“Alice yalvarımım kurtar beni. Önemli biriyim ben” dedim, “İstediğin her şeyi alabilirim.”


Alice tuhaf bir şekilde yüzümü inceledi, omuz silkti, “Alice olduğumu nereden çıkardın? Ben niye kurtarayım seni ayrıca? Bence cezanı çeksen daha iyi olur. Biraz ben demezsin işte, tatil gibi.”


O an hatamı anlayıp dizlerine kapandım diyemem. Cezamı çektiğimde ben dememeye söz verdim sadece. O da cezayı bir süre daha azalttı. Ceza da defterlere sen,o, biz, siz, onlar yazmaktı. Lanet herifler. Kimse anlamadı ne kadar önemli bir ben’e sahip olduklarını. Ben işte ben ben ben ben.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder