28 Ocak 2010 Perşembe

Gerçeklik Payı

Öncelikle garip, kullanışsız bir hastane. Geniş bir koridor, dar oadalara çıkıyor. Kapılar genelde camlı, gizliliğin olmadığı bir yer. Zemin tahta gibi ama aslında eski tarzda döşenmiş. Kaybolma riski o kadar yüksek ki korkarak ve her yeri ezberleyerek ilerliyor insan.

“Şimdi şu kapıdan çıktım, mavi gibi olandan, tamam ilerledim… Bir dakika ya gene aynı kapı ama karşısında başka bir oda var.” kesinlikle geçiriyorum bu anı, çift kontrolsüzlükle.

Doktorlar içerlerde aslında ama ben o an hastaneyi oldukça boş bulduğumdan “terkedilmiş” endişesi yaşıyorum. İçeri dolan gün ışığı eski bir binada olmanın verdiği samimiyeti pekiştiriyor. Hızla tuvalate gitmeye çalışıyorum. Yanımda değişen insanlar var. Çantamı sıkı sıkı kavrıyorum ki hızlıca işimi halledeyim.

Tuvaletin kapısı sanki bir ahırın giriş kapısı gibi. Tamamen tahta, yeşile boyanmış ama el yapımı gibi. Kapının alt tarafı eskimiş, aslında erimiş… Kapı kilidi ise eski usül takmalı olanlardan. Bu hastane eski olabilir ama küflü bir kapıyı hak edecek kadar demode olduğunu sanmam. Ayrıca tuvaletin el yıkama kısmı o kadar dar ki, iki dişi birbirine sürterek geçmek zorunda.

Kıyafetimi düzeltiyorum. Az önce pantolon giymiş olduğumu sanıyorum ama hayır. Siyah mus çorap var, ayaklarımda düz ayakkabılar. Bluzümü eteğimden çıkarınca elbise gibi görünen mavi çiçekli bir elbise. Kolları ise iki kat ispanyol. Birden oldukça eski model, ki ortama ne kadar uyumlu, ve oldukça şık hissediyorum. Şanslı bir gün.
Ancak lenslerimi takmadan çıkmak zorundayım. Yanımda tanımadığım biri beni bir odaya alıyor. Gözlüğümü düzeltiyorum, sürekli bulanıklaşıyor her yer.

En sonunda bir odaya girdiğimde tüm ortaokul arkadaşlarımı görür gibi oluyorum. Beni hiç mi hiç kaale almadıklarından dolayı sinirleniyorum. Hepsini tanımaya çalışıyorum, bağıra bağıra heyecanlanıyorum. Hepsi ne kadar büyümüş, evrim geçirmişler ! Ne de olsa yıllar geçti… En son Erkan diye bir çocuk geliyor odaya, sanırım adı Erkan’dı. Bana sınıf buluşmasının nerede olduğunu soruyor. Ama beni tanımıyor. Sinirlerim iyice geriliyor.

Bir gün öğretmenimiz henüz ortaokula geçmeden fen bilgisi dersinde katı, sıvı ve gaz maddeleri anlatıyordu. Sıvılara geldiğimizde elinde bir avuç kumu bir çay bardağına boşalttı, sonra bardaktan masaya döktü. “bakın çocuklar bu kum konduğu kabın şeklini alıyor. Hhup hup.”

Hemen devam etmişti. “haydi o zaman tahmin zamanı: katı diyenler kapının oraya, sıvı diyenler pencereye, gaz diyenler mevsimlerin yazdığı duvara gitsin.”

Sınıfın yarısı katıya, yarısı sıvıya gitmişti. Ama Erkan gaza.

Ondan dolayı epey aklımdadır Erkan. Ama beni tanımaması gerçekten üzücü. Hatta sinir bozucu. Bunun üzerine neden bilmiyorum ama, KLASSENTREFEN!(sınıf buluşması) diye bağırıyorum.

Kimse duymuyor.

Hastanenin güneşli koridorlarına atıyorum kendimi. Moronlar, diyorum. Yıllarca sizsiz idare ettim ben.

Geziyorum bir süre, tekrar tuvaleti arıyorum. Lenslerimi takacağım bu sefer. O kadar kayboluyorum ki, kaybolmanın miktarı mı varış demeyin. Gülüşmeler geliyor, bazen müzik sesi. Korkuyorum. Bazen bir dersane gibi hissettiriyor kendini, ya da boş bir okul. Yalnızlığımdan da ürküyorum ama çıkışı bulamıyorum.

En son doktor odasının kapısı aralanıyor. İçeride bir sürü doktor görüyorum. Bir kaçı da beni. Korkum yükseliyor ve yolumu değiştiriyorum. Hızla kayboluşa tekrar geçiyorum. Sonra insanlar geliyor. Bir şey bekliyorlar. Konser gibi bir bekleyiş bu. Ufak bir büfe var, üzerinde fosfor yeşili peynir parlayan çörekler satıyorlar. O kısım karanlıkta kalmış, çünkü perdeleri çekmiş bekliyorlar. İnsanları görmek rahatlatıyor.

Hala lenslerimi takmaya çalışıyorum hararetle.

O an birini görüyorum. Bana çok tanıdık bir yüz, orada burada süreki gördüğüm birisi. Belki mahallenin kenarında oturan o adam, belki otobüs sürücüsü, belki gittiğim oyundaki bir rejisör. Ama tanıdığım ve sıkça gördüğüm bir adam. Gerçekten biliyorum.

Bu sefer göz göze geliyoruz. Tanımamış gibi yapıp yolumu değiştiriyorum. Hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalışırken kıvraklığı ile yanımda beliriyor. Ben onu görmemezlikten geldiğimi anlamış olsa gerek ki, beni iyice utandırır gibi. Hızlı hızlı yürütüyor beni.

Ben, “Wow you’re really tall.” (vay, cidden uzunmuşsun.)

O, “Yes… and umm how old are you?” (bu soruyu oldukça sarkazmla, yaş boy oranı için soruyor.) (evet… sen kaç yaşındasın ki?)

Bense aksanını taklit edip keskin keskin “You” sesi çıkarıyorum. “I dunno” diye devam ettirip, “Maybe you can guess…” (seeğğn… Bilmem.. Belki sen tahmin edebilirsin)

“Umm… Four?” (hmm.. dört mü?)

“Exactly! ” (kesinlikle!)

Gülüşüyoruz kısa bir süre. Ardından kenara geçip, ezberlemiş gibi şunları söylemeye başlıyor hızlı hızlı : “je parle flou, avec des mots et du papier, je brouille tout, et c'est à toi de deviner, j'ai jamais eu l'cran d'effacer et quand j'essaie de raturer, j'ai des regrets…”

Ben dona kalıyorum. O an elinde uzun bir çubuk var. Yüzüne bakıyorum… o kadar gerçek ki. “I dont unders..” derken elindeki çubukla bir araya işaret ediyor. Karanlık bir ara ama kapı var. Beni komutlarıyla yönetiyor ama o kadar memnunum ki, sopayla yol açıyor. Önden gitmemi bekliyor. Araya giriyorum ama kapıyı açma cesareti bulamıyorum. Yanından ayrılma korkusu saıyor. Aralıktan gizlice ona bakıyorum. Derken insanlar geliyor… onlar giriyor.

Hızlı davranmam gerek, “ben pek anlayamam ama İngilizceden” demeyi bekliyorum, kafamda cümlesini kuruyorum. Ama birden yokoluyor. Çaresiz salona yöneliyorum.
Sahnesiz bir tiyatro salonuna götürüyor bizi ayaklarımız ve o karanlık ara. Yer yer boşluklar var, sahne ışıklarıyla aydınlatılmış, tamamen loş bir yer. Yastıklar var yerde de, dekorun bir parçası olmalı.

Acaba daha demin bana repliğinden mi söyledi?

Ön sıraya bir kızın yanına oturuyorum. Kapıdaki arkadaşı ile iletişim kurmaya çalışıyor o, ben de çekilip engel olmamaya çalışıyorum. Telefonumun sesini kapatmaya çalışıyorum bir de tabii, bir kapın çıkıp hiç anlamadığım dilden bir şeyler diyor…
Sonra onu görüyorum. Sarımsı bir ceket giymiş, benim ön sıramda oturuyor. Biliyorum oyunun bir parçası olacak kendi de.

Mutluluğum şahane hisler ve heyecan barındırıyor.

Koltuğumda uyuyakalana kadar.

--

Olanlar kesinlikle rüyaydı ama anlatmak kesinlikle gerekir. Bu kesinlik…

4 yorum:

  1. okumaya başladığım ilk on saniye içinde rüya olduğunu anlamıştım. ve ona göre bi yorum yazıcaktım. ama bi baktım sonunda "rüyaydı bu" yazmışsın.
    o kadar çok doktor dizi izlersen olacağı buydu.
    ve rüyalarını bu kadar hatırlayabiliyo olmadan süper bence. evet.

    YanıtlaSil
  2. Fazla tanışıyoruz biz potato.
    :)
    teşekkür ederim!

    YanıtlaSil
  3. aynen ben de rüya bu kesin diyip yorumlaa dogru hızla ilerliyordum ki bir baktım sonunda rüya yazmışsın bu da yetmezmiş gibi yiği benden hızlı davranmış.
    ah başıma gelenler.
    hep yanılmışım hayatta.

    bir de okumak çok keyifliydi.

    YanıtlaSil
  4. aslında yazının sonunda "insanlar rüyaları dinlemeyi sevmez" yazacaktım. konu üzerinde bin tane şey. gerçekten insanlar birbirlerinin rüyasını dinlemeye tahammül edemez esasen. düşünün, derinlerde bi yerde evet, ya da hemen düzeyden çıkan bir eveti yakalayacaksınız.

    keyifli dediğin için çok mutlu oldum. :)
    çok teşekkürler.

    bu arada rüyaları yazmak önemli bir şey. farkındalık vs gibi. öneririm.

    YanıtlaSil