31 Ocak 2010 Pazar

Gün 5. Alpler ve çikolataları

Şahane kağıtlara imza atıp, Stockholm’de yeni bir mağaza anlaşması yapıyoruz. Ülkede üç tane mağaza, bir de fabrikası olan ufak bir şirketin Amerika Birleşik Devleti’nin Eyaleti olmuşçasına seviniyor herkes. Akşam çıkışta kutlama planları yapılıyor, İsveçli müstakbel mağaza müdürü sevinçle ve hararetle herkesin elini sıkmaya çalışıyor. Sosis parmak fotoğraf makinasıyla pozlar yakalamaya çalışıyor.
Günün en çok çalışan elemanı olarak vesikalığımı kapıya koymaya karar versem de, İsveç adam Grooyn odama gelip, derinleşen kelini göstermek istercesine “Artık işimiz daha çok olacak” gibilerinden espriler yapıp duruyor. Halbuki parmağındaki alyans o kadar parlıyor ki, muhtemelen yeniliğinden ya da o kadar kötü bir imitasyon, her defasında gözlerimi kamaştırıyor. Konstantrasyonum bozuluyor konuşurken, cümlenin sonuna getireceğim eylemleri karıştırıp duruyorum.

“Daha çok geleceğiz.”

“daha çok gereceğiz.” Gibi.

Birkaç emlak işini bitirdikten sonra. Sabahları akşamları aklıma takılan o dava geliyor aklıma: Komşum. Gece gündüz üzerine yoğunlaşacağım bir dava gibi davranıp ince ince düşünüyorum her şeyi. Bazen düşünmeyi kesip, neden düşünemiyorum diye şikayet bil ediyorum etrafa.

Sonra kahve falan getiriyor bir teyze. Üç beş hazırlanmış metinleri düzeltip dilden dile köprü buluyorum.

Aslında tam olarak sorun benim insanlar üzerinde düşünmememdir. İnsanlar üzerinde kafa yormaya başlarsa insan muhtemelen yaşadıklarının önemi kaybolur, geriye insanlar ve yaptıkları ve saçma sapan saplantılar kalır. Ne dedi, ne değişti sorularının peşi sırası eksilmez. İnsanin beynine düştü mü kurt, kurtulmanın yolu sadece başkasının elindedir. Bir nevi bağımlılık yaratır insanda karşıdaki. Hangi sağlıklı insan buna ihtiyaç duysun ki desem de, bu gün sağlıklı diye tanınan herkeste olan bir durum. Herkes kocasının gömleğinde rujun nedenselliğine, karısının neden başının ağrıdığına, komşusunu neden onla pazara gitmek istemediğine, kız kardeşinin neden ortalık yerde seni rezil etmek istediğine, en yakın arkadaşını neden senin diğer arkdaşlarına daha yakın olmak istediğini daimi olarak sorgular. İnsanlar hakkında o kadar çok düşünürüz ki, sonra sorgulamaya başlarız. Düşünecek binlerce şey varken sadece aksiyonlar önemliymiş gibi davranırız, aslında ne kadar sıradan olduğumuzu kendimize yeniden kanıtlarız. Sorulacak binlerce mantıklı soru varken “bunu bana nasıl yaptı, nasıl karakterde biri o” diye hep üçüncü kişiye yükleniriz. Hani bir evde yangın çıkar da külü bir türlü temizlenmez ya. Ne zaman bitti diye yer silicisinin suyunu değiştiririz, ama kenarlarda hala küller vardır. Sürekli kül içindeyizdir.

Evet, olayların öneminin yerine insanlara, onların davranışlarına, yanlarında hissettiklerinize yöneldiğimizde aslında tüm önem erir gider, güneşte kalan çikolata gibi. Tadı da bir hoş olur, tamamen çöpe gitmelidir artık. Bir süre bu his hoşa gitse de sonra bozulacaktır. Tartışmalar, sıradanlaşma, gerçek işlerin aksaması. Hep insanlar ve boş düşünceleri tarafından icat edilmiştir.

İşte sıradanlaşma, aşırı düşünme bundan böyle o adam daha da korkuyla yaklaştıracak diğer önemli unsurlar. Öte yandan bu beyin fırtınası sayesinde bulduğum birkaç his de korkunun git gide kırmızı sinyale ulaştığının habercisi olma yolunda. O da komşumda duyduğum korku, şaşkınlığın yanında duran huzur. Belki rüya çok tetikledi bu hislerin aniden parlamasına, ne kadar gerçekliğini yitirse de onu düşündüğümde aldığım huzur hissini daha önce yaşamadığım bir duygu olduğu için kıyaslayamıyorum dahi.

Bu acıklık karşısında göz yaşlarımı tutuyorum, duygulanmıyorum. Bunları düşündüğüm için aynadaki yansımam nanik yapmaya başlıyor. Ben de cevaben kulaklarımı oynatıyorum.

Akşam konuşacağım onla.

--

Akşam konuşacak cesareti bulamıyorum. İkide bir kapının dışına çıkıp eve geri geliyorum. Kapının önündeki paspası çırpıyorum, yerini düzeltiyorum. Cesaret bulup bir anda kaybediyorum. O garip korkuyunun sırrını çözmeye çalışıyorum ama gözümün kararması çok zaman almadan. Kapısını zır zır çalıyorum.

Kapı açılıyor. Adam gülümsüyor, buyrun diyor kibarca, içeri giriyorum. Şahane bir ev tasarımı ile karşı karşıya değilim, sıradan bir ev ve kapıları var. Binlerce kitap görüyorum; hepsi orta çağdan kalmış gibi. Evdeki tüm kokuyu oluşturan bu kitaplar aslında. Kitaplardan sonra evde kendini belli eden diğer detay ise mumlar olmalı. Bazıları kitapların üstünde yakılmış, hatta oraya biraz yayılmış. Oysa aydınlatma oldukça güzel evde, yanlardan gelen, hafif karanlıkla gelen bir aydınlatma.

Eh klasik bir entelektüel evi işte. Fazla renkli değil, koltuklar rahat, kitaplar falan bir de çalışma masasının evin merkezinde olması ve en önemli oymuş gibi davranılması.

O gün hakkında biraz açıklama yapıyorum. Tansiyonumun bu aralar iyi olmadığı gibi palavralar atıyorum. Sonra yine gereksiz bir şekilde kablolu tv ve yayınlarından, kanallardan bahsediyorum. O ara bir kahve tutuşturuyor elime. Kahve insanı değilim, demek istiyorum buyurgan hareketlerine karşı. Diyemiyorum. Adam tüm eleştri gücümü yerinden söküyor, gereksizce konuşturuyor beni tam saçmalamanın sınırlarında hissediyorum. Diğer hissim ise alaycı olma. O bakışlar altında ve o ev altında haddinden fazla alaycı oluyorum. Bu can sıkıcı ve biraz gerilimli halim onu da tedirgin etmiş gibi görünüyor. Birden alnındaki damarları görüyorum. Yavaş yavaş göz çevresindeki kırışıklıklara kayıyor gözüm, uzun yüzünü uzun süre inceliyorum. Yaşımın iki katı olmalı.

“Kitaplarınızın çoğu eski.”

Yabancı bir adamın burada, herhangi bir apartman dairesine uluslar arası taşıma şirketleri ile anlaşıp kitaplarını nasıl getirdiğini hayal ediyorum. Sabun kolileri içinde.

“Eski iyidir. İyi olduğu için eskimeye devam edecek.”

Nahoş herif. Bir süre sonra eve gidiyorum. Kapıma yaslanıp, bu klasik hareketi hakederek, karnımdaki acıyı dindirmeye çalışıyorum. Telefon sesi. “Bir haftaya İsveç’e gidiyorsun”.

2 yorum: