29 Aralık 2010 Çarşamba

Eco'ya Açık Mektup

Değerli Umberto Eco,
melodik dramına beni bu sömestr yanına alamazsın. Artık Sıkayfi denen Bil-Kur denmeyen şeyler bulacağım kendime. Adeta göklerde süzülürken, 2055 yılının kara senaryolarını apaçık keşfedeceğim. Gizli anarşizmi doruklarda faşizm olarak yaşarken, V for Vendetta gibi müzik kutusuyla dans edeceğim. Varsın gözlük takıp süpürgeyle uçacağım, olsun evrende otostop çekeceğim. Senin değerinden de vazgeçeceğim. Sadece Eco olacaksın, o sarkaçtan sallanacaksın.
Ama senin ne aşk acını, ne boktan-iğrenç ve püsküllü ortaçağını DİNLEMEYECEĞİM. Tamamen bir hayal ürünü, kurgusal ve asla ölmeyenlerden olacağım.
Düşüncelerinin içinden derlenen, her fırsatta edebi çevirilere ve GÖSTERGEye yönelen çeviribilim kitaplığına tenormuş gibi davranan mezzo sopranolar adına.

Şu Sıralar: Ben Evde, O Himalayaslar’dayken


Eve geldiğimden beri buzdolabını açmadım. Garip bir küskünlük ve ya boş olması korkumdan değil, hiç aç hissetmedim. Şeker yerken dişlerimi düşündüm uzun süre, acınası varlıklar, koruma altında bile ziyandalar. Buzdolabı ile olan yakın ilişkilerdeki dişlerin rolü çok büyük. Gece fena bir eziyete maruz kalıyorlar bilassa. Bu çok… bilmiyorum, keyif bozucu…
-
Yine tatilin hoşluğundan eşofman gibi gevşeyip uzun süreli kahvaltıları erteleme faslı da başladı. Tavana bakıp, püstürtülen tane sayısını hesaplayıp, yapılan boyanın işçiliğine uzun uzun dalıyorum. Acaba babam da boyamış mıdır oraları? Sonra kafamı çevirince evvelden ayırdığım kitaplar gözüme çarpıyor. İçinde hiç roman olmayan, teoriğim ben diye çırpınan kitaplar. Örneğin biri tamamen göstergebilimi ile ilgiliyken diğeri felsefe kitabı olması, öte yandan gezi yazılarıyla iç içe girmiş bir ülkenin tanıtım kitabı. Elbette okumamam için elimden geleni ardıma koymamışım. Sıkıcılığımdan bile sıkılan kitaplar birbirinden alakasız ve ne almayı bekler bir halde birkaç ay daha sürünmenin peşinde.
-
Birkaç çizim çalışmasının ardından, şu kağıdı bölüp resmi ona göre yerleştirme olayı vardır ya, kendi çapımda muazzam, dünya çapında seviyesiz bir halde ustalaştığımı düşünürken, peşim sıra getirdiğim müstakbel reprödüksiyonlar ise çantamdan asla çıkmayacak olması destekliyor. Aynı anda her şeyin çalışmasını bekleme hayallerine bir yenisini ekliyorsun çünkü. Mesela mükemmel bir şeyler izlerken, diyaloglarını tamamen anlayayım, bir elim resmi yapsın, diğer elim okul ödevlerini bitirsin- beynim de vizelere çalışsın. Zaten başbakan değil, cumhurbaşkanı olmak istiyorum.
-
Ardından gelen kahverengi rengi dünyamı aydınlatıyor. Hani yönetmenler filmine renk koyar ya, ben de bu 20. yaşımın son dönemine kahverengiyi koyuyorum. Hüznü simgelediğini hissedilse de aslında bir başlangıcı ve heyecanı pekiştirmesinden yanayım.( Pek mi olumlu oldu? Bozmak için elimden geleni yaparım bir ara.) Bir dağın eteğindeki ev, kenarda akan su, güneş ve bacadan tüten duman. Bunlar kahverengi pekala.
-

Bir de Swing’le tanıdığım mükemmel iki insan var hayatımda. Ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu hissedin şu an: Fred Astaire, Ginger Rogers bir gün kasap havası oynayalım olur mu?

-

Bazen aklıma ilkçağ sorunlarından arınmış bir karanlık ortaçağ kişisi gibi takılan vatandaşın birini de anmamak olmaz tabi. Hayallerimle süslüyorum mantığından uzak, defter sayfamı yenilerken, raflarımı düzenlerken ne bileyim yastığı ters-yüz ederken, ayakkabılarımı giyerken kenara koyduğum mükemmel bir vatandaş Kane. Gizini korusa da benim için, sanki en sağlıklı tarafını yapan bir köprü gibi bu giz. Birini tanır gibi yaparsınız, karakterinin gerisini kafanızda uydurursunuz ve o imgeye sabitlenirsiniz ya. İşte o ne umutların bittiği, çaresizleştiğin bir an gelir hemen sonra. Gene de delicesine hoşlanırsınız bu durumdan, çünkü güya imge sizin hayalgücünüzü tamamen kullandığınız bir sistemden gelir. Sonra vatandaşı hakketten tanımaya başlarsınız ve hop, havuzu boylarsınız. İşte itiraf etnek gerekirse bunu yapmadım. Yaparsanız aklınızda olsun diye yazdım.
-
Hayat ne güzel. Bunu söyleyip durmak çok korkunç bir şekilde anlamını söküp götürüyor. Kusura bakma ama lan diyeceğim gene. Hayatın güzelliği lan’lığında saklı olduğu için. Haydi durma sen de de bir lan. Hiç bir dilde bir karşılığı olmayan lan. Ne buddy, ne hey, ne mensch. Bu hoyratlığa boyun eğ.

21 Kasım 2010 Pazar

Metin analizlerinden arta kalan zamanlarda

Şimdi biraz gerçeklerden bahsedelim. Burayı bir nevi karalama defteri gibi yapıp, kah garip hikayeler kah anlamsız sözcüklerle beslemek güzel. Hakikatten. Velhasıl gerçeklik payını unutmamak lazım hayatın. Bazen unutabildiğimiz gibi, şu Q klavye üzerinde yaşadığımı hissediyorum. Bu his beni üzüyor elbette.

-

Zamanla alıştığımız günlerin ardından bir farklı araştırma yapmam istendi. Ben de klasik bir araştırma yapmak istedim: örneğin kitap okuma alışkanlıkları. Bir nevi anket-röportaj içerikli bir şeyler olacaktı ama ben dönüp içimde dönem dönem oluşan "meslek kaygısı" ile ilgili kafalama bir işe giriştim. Hayali kişiler arasında yaptığım araştırmanın gerçeklik payının abartılmadığını söylemek isterim. Ancak ne zaman ilerleyen dönemlerle ilgili plan yapsam asla olmadığı için, o an sadece iç güdü ve isteklerime dayanarak karar veriyorum. Bu anlamda gidip ben bu mesleği seçeceğim demedim ama elbette kendi alanımdan uzaklaşmayacağımdır. Sözüm ona günümü yaşıyorum. Uzun vadede ise sadece biraz daha çalışmanın hep faydası vardır diyerek hareket ediyorum. Burada her şey güzel görünse de kaybolan zamanlar ne ne yapılması gerektiğini bilemediğim anlarla dolu doluyor. Yeri geliyor elimdeki romanı neden okudğumu sorguluyorum. Bu iş karışık bir hal alırken sadece getirisi, şansım. Şansım açıldıkça güzel şeyler dönüyor. Plan falan hikaye yani. Bu arada koyu bir kaderlenme yaşıyorum. Kısmet, diyorum. Gülüyorum. Gülmesem de sorguluyorum.

Sadece merak ettiğim şey; bunları birebir yaşayanların olup olmadığı. Yani, birine ileride ne iş yapacaksın diye sorduğumda kesin kararlıkla anlatabiliyor. Ha hayata geçiyor ve geçmiyor o kısmı ile ilgilenmiyorum. İnsanlar planlarını keskin çizgilerle alıp, kararlıkla ilerliyorlar. İşte çok merak ettiğim başka bir şey de, bunun nasıl yapıldığı.

-

Burnum akıyor. Havalar ne garip öyle.

Bir makasa, iplik ve iğneye ihtiyacım olacak yeni bir hayat için. Ama asla zımba ve ya yapıştırıcı istemiyorum, sadece güzel bir kumaş üzerinden gözüken güzel düğmeler ve fermuar; belki kurdela.

Acılar


Elbiselerin rengi, kokuları aklıma geldikçe müthiş vicdan azabı çekiyorum. Elimden geçen her bir milim iplik kadar emeğimi bu elbiselere gömdüm. Şimdi asla ve asla birine bile bakamıyorken yaşadığın bu aciz durum, beni daha da korkutuyor. Yapmamak mı zor, elindekilerle yetinememek mi? Ben söyleyeyim, cesur olmadığın için kırılgan duygulara sahipsin. Bir kavmi giydirirken, aklım hep diğerlerinde idi. Daha güzeli, daha niceliklisi, daha sağlamı ne geliyorsa elimden, belki daha üst seviyesi. İnsan kendini aşabiliyorsa bile bunu zamana bırakır. Bunu asla yapmıyorsun. Emeklemeden koşmayı deniyorsun. Benimse ne makasa, ne de kumaşlara tahammülüm yok, koşsam bile bir boşluğa yol alıyorum. Bu mu seçtiğin yol? Benim azabımı engelleyemediğin gibi, kendi yolunu da istediğin gibi seçemezsin artık.

9 Temmuz 2010 Cuma

Jurnallar işte Haşim'cim


Ne zaman bir günlüğe başlasam, yaşamın korkunç sıkıcılığını artık daha fazla yansıtamadığım için günlük şekil değiştiriyor. Birden bir katilin, gelecekten bir insanın, sayborgun, dünyanın en sosyal insanının ve ya kafadan tarihi bir karakterin günlüğü gibi oluyor. Beyinlerde patlayan silah sesleri, acı çektiren imkansız aşklar, fizik dünyasının dahi çözemediği bir ton şey ile doluyor (zaman paradoksu yaratmak gibi).
Ama yeter! Sade bir vatandaşın, sade bir günlüğü olsun. Sadece şunları duyalım/okuyalım: “Kalktım. Kahvaltıda sucuk ve yumurta yedim. Çok yemişim, öğle yemeğini yememe kararı aldım. 40 sayfa kitap okudum. Bunaldım. Çünkü hava çok sıcaktı. Birikmiş bulaşıkları yıkadım. Gazete ve akşam ekmeği almaya çıktım. Yolda tanıdığım birini görmezden geldim. Okuduğum gazete kalmamıştı. Eve dönünce internette biraz oyalandım. Biraz dediysem 5 saat falan. Akşam yemeğini yedim: fasülye, şehriye çorbası ve yoğurt. Şimdi dişimi fırçaladım ve saat 2.46. uyumaya gidiyorum. Görüşürüz günlük.”
Değil mi?

22 Haziran 2010 Salı

Odalar ve Woolf


Wirgina Woolf’un bir kitabı geldi aklıma; “Kendine Ait Bir Oda” isimli. Yanlış hatırlamıyorsam kitap şöyle başlıyor ya da başlarda şöyle yazıyordu: “her kadının kendine ait odası olmalı”. Tahta bir sandalye, yüksek bacaklı yine tahtadan makyaj masası, geniş aynalar, mevsimin kır çiçeği, pencereye tam olarak yerleşen küçük açık renkli perdeler ve beyaz duvarlar. Tam bir kadın odası, tüm kadınlığını yaşayabilsin diye.
Sabah birkaç dergiden güzel resimler çıkarttım, bazı ressamların çalışmaları ya da dergiye basıldığı için birkaç fotoğrafın resmi. duvarıma yapıştırmaya başladım. Eskiden grup posterleri olan duvarlar şimdi daha çok post-modern çalışmaların koruması altına girdi. Duvarların boyası bantlarla çıkıverirken, şimdilerde sakız kıvamında duvar yapıştırıcısı ile güven altında ve sade bir görünümde kendime ait olmayan çalışmalarla sergide. Ancak bunların ardından bir huzursuzluk aldı götürdü beni. Duvara bakınca göremedim kendimi, kitaplığıma, yatağıma, halının üzerinde günlerce giyilse de asla kokmayan çoralarıma (evet mucizem de bu!), kenara fırlatılmış masa lambası, sandalyelerle.
Aslında duvarlarım birkaç yıldır aynı değil, üçüncü yılda üçüncü duvarım oldu. Kışın evde yokum hem de. Benim olmayan duvarlara bakıyorum yurt odalarında. Virgina Woolf’un kadınlara ait bu “odaya sahip olma” hayalini o kadar çok gerçekleştirdim ki, her yerden kendime ait odalar çıkardım. Ama aklıma takılan aslında o odalara bir türlü ait olamamam.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Güzel Fotoğraf Gibisi Yoktur Be Nebahat Abla


                                                                 The Hand Collector, France
  Fotoğraflara bakmak bazen o kadar huzur verici ki, çalışmalar nasıl bir zeka ve bakış açısı ile yansıyorsa kendine hayran bırakıyor. Hepsi için değil tabi, işin tekniğinin bilincinde olanlar için de demiyorum. Fotoğraf bakmaktan mutluluk duyup, hata aramayanlara sesleniyorum!
  Böyle Flickr, Deviantart gibi sitelere “favori” yapmak için girenler, kişilerin dünyası ile birden yakından ilgilenenler. Sanki dünya o gün o renkteymiş gibi davrananlar. Davulculara para vermekten kaçınmayanlar, çaktırmadan manzara çekenler. Adobe Cs bilmem kaç yerine Paintshop, Photoscape kullanıp çerçevelerden nefret edenler, akşamları çay demlenmesi gerektiğini düşünenler, okul defterlerini özenle saklayanlar, post modern kitaplardan ziyade dünya klasiklerini bitirmeye çalışanlar, el işinden hoşlananlar, müziği kulaklıkla dinlemeyi tercih edenler, ülkedeki envai çeşit cipsleri deneyip en son yalnızca birinde karar kılanlar, evdeki eski fotoğraflara binlerce kez bakıp, çocukken salak olduklarını kabul edenler…


Anja Mulder

  Şey için yazdım bunu, yarın falan hayat sadece bize güzel olacak gibime geliyor.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Deli Uğraşısı: Dil ve Kelimeleri

Aklıma geldi geçen, advence, upper int, intermediate, beginner seviyesinin gramerini neye göre seçiyor falan diye düşünmeye başladım. Yani çok zor olmasa gerek bunu ayırmak. İşte tense'leri verirsin mesela begninner'da, ama geniş kullanım özellikleri advence'e kadar gider vs. Mesela present perfect dediğimiz, yeni başlayanlar için İngilizce'nin daimi ve enterasan özellikli zaman dilimi. Genelde geçmiş zaman kipinde karşılığını bulsak da anlamsal olarak "geniş" zamanı kapsar ya, "I've just brushed my teeth. - Dişlerimi henüz fırçaladım." (Şu henüz kelimesinin kullanımı çok da şahane değil, henüz henüz diye yabanlaşsanıza, çok garip oluyor.) Ama böyle saçma sapan canın sıkılınca falan da kullanmaya başlarsın -cidden-, o da öyle bir zaman aralığında verilmiş olur. Türkçe'den yaklaşan insanların o tense'i kullanmaları zordur; yani bana göre geçmiş, geniş gelecek, şimdiki. Sen niye araya girip derbeder ediyorsun? Bu konuda dertlenmek bir ayrı... Velhasıl görünen beginner derdi advenced insanı da etkileyebiliyor. Reklam gibi olmaksızın reklam olacak ama Els kitabı açık açık kullanım alanlarını verir bu konuyla ilgili. Bakıyorsun, sorun başlarda ama içlere kadar dalabiliyor.

Gramer dediğimiz, ki hangi dilde olursa olsun, delinin kuyuya taş atması ile süper örneklenebilecek bir alan hatta bilim dalı. Hatta disiplinlerle beslenen bir canavar. Yani adamlar hakkında felsefik tartışmalar yaratıyor, kafaları darma duman edebiliyor. Gel gör ki çoğu şeyi benzeyen iki dil, Almanca ve İngilizce örneğin, birbirleri ile içe içe görünse de ne kadar farklılaşıyor. Dili kullanırken arkana aldığın başka bir dil desteği ise tamamen tek bacaklı bir tripot görevinde. Tam olarak yaslansan düşebileceğin, ama arkanda hissetmek istediğin bir araç. Tekrar aynı örneğe dönmek isterim bu noktada. Almanca'nın Das Perfekt zamanınana. Yaklaşıyorsun, evet bu geniş zaman diye, ama bakıyorsun bildiğin "di"li geçmiş zaman. Genel kullanımda İngilizce'deki perfect'i de içerebiliyor. İçte hem güvenip güvenemeyeceğin tripot arkanda beliriyor.


Elbette dilbilgisi sorunları asla bitmiyor, ancak gene bir şekilde kullanımla, tanımla anlaşılabiliyor ne kadar boşluklu kalsa da, iletişim amacına ulaştırabiliyor insanları. Ya da farklı zor noktaları başka başka insanlarca kurcalanıyor ama asıl sorun var ki,

o da kelimeler.

Dil kursuna gitmedim ama, kaynakları elime geçtikçe ve yıllarla beraber oluşan daimi bir merak uyandırır bende. Yahu bir dilin kelimesini neye göre seviyelendirebiliyorsun ki? Advenced kelimeler yok efendim o bu şu.

"Corpulent" örneğin, advenced kelime dahilinde geçiyor ve formal olarak "kilolu" demektir. Yani bildiğimiz "Fat"in kibarı. Şişman demenin kibar yolu en iyi seviyeden mi geçiyor? Neden?

Çok kullanılmadığı için mi? Fransıca kaynağı diye mi :) ?

Bilen varsa, aklı eriyorsa lütfen bilgilendirsin!

4 Nisan 2010 Pazar

Benim gafletim

İnsanlar meşgul oldukları zaman hep erteledikleri şeyi yapmak isterler ya, hani sınav dönemi o çok severek aldığınız kitaba başlama, bir öykü yazayım, yok efendim şu albümleri dinleyeyim, oo şu güzel filmi izleyeyim isteği kaplar içimizi, dışımızı. Aslında her yanımız bir kültür aşkı, bir sosyallik, bir dolulukla geçmek ister.

Tüm bunlar fani ruhun bize düşürdüğü manyak ötesi gafletlerdir bence!

Ezberlerken öğrenir, öğrenirken beynimizin kıvrımlarını aslında bize pek de lazım olmayacak bilgilerle doldururuz ya. İşte o an gül bahçeleri geliyor aklıma, mehtapta tatlı geceler, arabada film izlemek, Gülşen Bubikoğlu...

Son soru: Neden nisan ayındaki havanın güzelliği bir afet gibi korkutuyor?

Son deyim: Havada karada kapmak.

17 Mart 2010 Çarşamba

Karalama blog yaptım geçen...

Bu blog dünyası bence iyi oldu ülkeye. Kimisi cidden baya baya kendini yazıyor. Bayılıyorum. Okumaya bayılıyorum tabi, kendi tatminlerine değil. Yalan katmıyor değillerdir muhakkak ama şöyle bir bakınca kendi cinsel hayatını, kızlarla-erkeklerle ilişkilerini yazan daha da bir popüler oluyor. Benim canımı sıkan bunlar değil, zaten sizin canınızı sıkıyorsa kapatın gitsin. Zorla elimize tutuşturmuyorlar ya.

Şimdi benim asıl derdim kendime. Blogu karalama defteri gibi kullanmak her zaman mükemmel oluyor ama düşününce bir amaca hizmet ediyor da sayılmaz. Şimdi iki öykü karalanıyor, iki düşünce, iki an, iki bilmemne. Blog yazmaya başlıyor oluyoruz.
Aslında yazmak değil bu kesinlikle. Bunu çoğu “klavye” kabul eder. İşte “o an geldi ve elimden kayıp gitti” sözleri çoğumuza baya bir rahatlatma sağlıyor.

Eskiden defterler alırdım kendime, sert kapaklı, güzel bir görüntüsü olan. Önce önce kokulu mektup kağıtlarım vardı. Ne bileyim çeşit çeşit zarflar, her renk yazan kalemler; içinde japon figürleri olan not defterleri. Tüm harçlığımı kaleme, kağıda yatırıyordum bir dönem. Çoğunu da yarım bırakıyor ve ya yazdıklarımdan utanıp koparıyor, bantla ayırıyordum.

Orta sondaydım. Sınav yılıydı (lgs). Ben de her ortaokul talebesi gibi liseye iyi bir okul ve lise defterindeki gibi arkadaşlarım olsun, ne bileyim müzik dinleyelim beraber falan istiyordum. Orta okuldan nefret ediliyordu yani! Koşa koşa NT’ye gidip yeşil sert kapak bir defter almıştım. O ara Nt hem dersaneye yakındı, hem de baya şahane şeyler vardı hani renk adına. O defter bir dönüm noktası olmuştur tüm defterlerin içinde. Tüm şiirlerimi ince ince çiçek kokulu pembe kalemle geçirdim. Yalnız şiirler benim için efsaneydi: içinde ölüm, karanlık, dibe vuranlar… içindeki ahenk”sizlik” ve ironi ile uzun yıllar insanlardan kaçırdım defteri. Kimseye göstermemeliydim özel defterimi! Yıllar sonra onlar kitaplaştığında görebilirlerdi ya da ünlü bir metal grubu tarafından şarkı olduğunda!

O defterin de sonu belliydi ya: 20-30 sayfa kullanılmı, yıllar sonra zaten kalemin kokusu gitmiş, sayfalar topluca bantlanmış. (7 yıl geçmiş!)

Velhasıl, devam etti defter ve karalama sevdası. Kimi zaman hayalimdeki cafenin kuş bakışı görünümünü taşıdı, kimi zaman “çok olmak istediğim insan”ların hikayesi ve ya daha renkli şiirler.

Lise yılları daha güzeldi tabi, defterlerin içeriğinde önemli bir yere sahip olabilecek kadar.

Şimdi 20 yaşındayım az çok. Sert kapaklı, kalem koyma yeri olan defterim yurt odamda ama havlu koyduğum dolabın ta içinde. Arada okunuyor o defter, bir şeyler çok özlendiğinde… Yalnız, kalem ve kağıt buluşmuyor eskisi gibi.

Biraz, plak sevdalısı olup teknolojiye ateş püsküren orta yaşlı insanlar gibi düşündürüyor beni de “karalama” defterleri. Yani yeni nesil blog sistemleri. Hani artık giz yok, saklama korkusu yok, yaptıklarımızı gösterme dürtüsü var her an. İyi, ortalama ve cidden kötü yanlarını oluşturan bir bütün sanki, içinde akıyoruz, gittikçe kinayeli oluyor, aslında alaylı da.

Aksine bunları yazmama rağmen ben de izleyen insanları gördükçe mutlu oluyor, bayrak sayısı tutturuyor, kendimce çatışıyorum.

Ama yazmak veyazdıklarının okunmasının hazzı ne kadar güzel ki,

kendimizi kendimize “çelişkilendiriyor”!

16 Mart 2010 Salı

Okuldan Sesler

Neslihan ve ben sinemada Alis Harikalar Diyarında’yı izlerken Neslihan;

“Çocuğumun adını Alice koyabilirim aslında, yok öyle değil S’li Alis.”

Keşke dışımdan deseydim ama “Batan tepelerin ardında tepelerin koşturan Aliler’in.” “bence de olur” dedim. Ama düşününce cidden Alis sevimli bir isim. Neslihan haklı da sorun şu ki beni hep Lewis Carol korkutmuştur, ıy pis sapık.

Hikayeyi biliyorsunuz değil mi?

-
Cep telefonu ile Selin Kol aranır.

“Loo fendim…” belli ki Kol hala uyuyordur.

Ben, hocanın verdiği bir ödev üzerine şu soruyu sorarım: “Selin ya bu adaya düşen adamın dil edinimi bilinçli mi olur bilinçsiz mi?” (*)

“….”

Cidden hiç anlamadığım dilden bir şeyler söylediğini duydum o an. İşte bu bilinçsiz edilinilmiş bir dildi.

“Ben de öyle düşünmüştüm” dedim bir de utanmadan.

“Bunun için mi aradın?”

“Yea kitapta iki konu var. İkisini de seçemedim.”

(*): Ödevin tamamı olmasa da bir bölümü şuydu: Adamın biri uçak kazasıyla adaya düşüyor. Bir kabile görüyor ve aralarına girmeye çalışıyor. Adamın o kabilenin dilini öğrenmesi bilinçli mi olur, bilinçsiz mi diye takıldım kaldım.

-

Ben: “Zaragoza’ya yedek seçildim be abi.”
İrem: “Futbolcu mu o?”

Zaragoza Üniversitesi, Erasmus, 74 puanla asil değil yedek olmak.

-

Mrs Hoca (hocanın adını asla öğrenmeme içgüdüsü) : “İrem, so, what do you think about global warming?”
İrem: “It happens because of capitalism.”

Class=> OVER.

(İrem ki o bir sosyalist.)

-

Bölüm başkanı profesör hoca, bugün tüm sınıfı şu cümlelerle dağladı: 29'undan sonra mayısın kaçı geliyor?

"Nö?"

Aynı hoca paralı eğitimi savunup harçların "az bile" geldiğini söyledikten sonra reddederek kafaları darma duman etti. Yök'ten ordinaryus olması bekleniyor.

-

İrem. "Elin faşistleri hukuk okuyor be abi."
Ben. "Elif Fazan bok mu kokuyor?"

11 Mart 2010 Perşembe

Gulag'lar.

Gulag Orkestar var bir de.


Stanlin'in Sovyetler'de...
Yok bu gece bahsetmek işten bile değil.
Gulag'ları.
Sol'un faşizmi mi? Paranoyası mı?
Pes bu gece.
-
they call it night, yes! they call it night
and i know it well and i call it mine.

6 Mart 2010 Cumartesi

Taklitçi 2 "Aslında"

- Karalama defterleri tüm karanlığı saklıyorsa eğer, neden daha düzgün bir defterde yerini alamıyor ki bir türlü?

-Sessizlik uzadıkça dünyada daha çok çığlık sesi yankılanıyor aslında.

-Kim bilir belki karşılaştık sizinle, kendinize bile itiraf edemediğiniz en kötü noktaların birinde el ele verip daha da kötü insanlar haline geldik.

-Savaş filmlerindeki iyimser karakterlerin davranışlarının altındaki durumsal hoşnutsuzluk ve anlık karamsallık tam bir siyah boşluk.

-Fotoğraflar genelde yalan söyleyen sanatın içinden kendini icra ederken, icraatçılar kendini yenilemekten en çok korkanlarla savaşır.

-Bir rakamı öyle bir rakamdır ki, gölgesi, asallığı ve ya gerçek sayısı aslında hiç yoktur.

-Reklam mutluluğunda boğulan insanların altında aslında deprem oluyor.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Sonic Youth ve akabinde gelişen her şey

Şimdi düşündüm de grup tişörtü giymek aslında çok da şahane bir şey değildir. Hiç grup tişörtüm olmadığından yazıyorum tüm bu satırları. İçim yansa da giymedim ben Ramones, giymedim ben HIM, giymedim ben DREAM THEATRE. Bazan, reklam gibi geldi, bazan saçma. Bazansa birazcık fazla "mehe ben bunu dinlerim" cümlesinde ilerler gibi geldi.

Kendini ifade ettiğin bir şeydir müzik zevkini ortaya çıkarmak. Bunu yapan aracın çok da önemi yok sanırım. Şimdi aslında konunun insanlar üzerindeki psikolojik yaklaşımındansa bir adım daha eleştiriye götürmek her zaman daha eğlenceli.

Neyse. Şu sıralar genelde siyah üzerine basılmış desenler içinde bir çok mağaza var. Özellikle şehir merkezlerinde. Ortasında. Hatta çantası, çorabı, saati olayına da girdiler. Garip bir market haline geldi hatta. En son bazı popüler filmlerin dahi yastık yüzüne kadar baskıları satılıyorken, bu iş suyunu çıkarmış dememek işten bile değil. Hatta 6-7 yıl önce internet üzerinde gördüğümüz o uzun çizmeler, efendim file bileklikler olsun, uzun deri ceketlerin, bilimum gotik tarzın mağazaları oluverdi burada da bir kaç yıl içinde.

Büyük ihtimalle geçen yıl. Kadıköy'de böyle bir mağaza gördüm. Gotiklerden değil ama kafi miktarda metal tişörtleri olan. Hem de diğer gördüklerime oranla daha büyük bir yerdeydi neredeyse Jacquel Brel'in bile siluetini basacaklar gibi dizmişlerdi Beatles, Rolling Stones kimi hayalkurgu kahramanlarını; Spock, Darth Vader... Bu mağazaya girme isteği mi yoksa artık grup tişörtü meramını atmaktan mı ne korkusuzca açılıp, "Mehe. Sonic Youth'un da var mı tişörtü?" deyiverdim. Kendime almasam bile sevgili dostum Çocuk için. Böyle bir şey almak için utanıp sıkılırken "Arkadaşıma alıyorum zaten. Yok mu xl'ı? Bana baksana ben s'um! Hayatta kendime almıyorum" havasını vermek için.

Adamın gözlerinde korku ise daha güzeldi bence. Master Card'ın paha biçemediği türden... "Kim? Yeni grup mu onlar?"

Bu cümle ile grup tişörtü meramı bir kez daha yıkılmış oldu. Ergenlik zamanı asiliğinden dolayı farklı görünme çabasından, büyüyünce "aman ne gerek var"dan, az daha büyüyünce Sonic Youth tarafından kırılmış olmaktan.

Ama düşündüm, hatta gidip bilgisayardaki müzik arjivimi bir kez daha kontrol ettim. Olabilecek en iyi isim Sonic Youth'tur bir tişört için. Belki bir adım daha cesaret gösterirsiniz Joy Divison yapılır. Ama başka? Aklınıza geliyor mu? Pink Floyd mu? Ah, hayır lütfen.

-

Sonic Youth ben ilk Ankara'ya geleceği zaman işitmiştim Coconut adlı arkadaşımdan. Lisenin başlarına tekabbül ediyor bu, hemen gidip "ne garip melodiler"i indirip, üzerine Coconut'ın bana geldiğinde "My friend Goo", "Dirty Boots" başta olmak üzere 10-12 tane video/ performans kaydı izledikten sonra. Coconut'ın itirafıyla onun ilk Sonic Youth sevgisinin E. adlı kuzeninden geldiğini öğrendim. Dolayısıyla her şey için E adlı kişiye sevgi ve saygı borçluyuz.

Çoğu insan için hala gürültüden ibaret olmasa da, bir şey eskiyse ve gittikçe eskiyorsa zaten ondan sonra biçimini alıyor ya. Anlam veremesen de aşinalık kazandığın kayıtlara kulak veriyorsun, yeni yetme kazanılamamış İngilizce ile "Experimental" "Avantgard" ne demek bilmeye çalışmak... Şarkı sözlerindeki anlamsızlık... Ardından gelen benzer müzikleri tanımak.

Ancak o yaşa ve döneme cidden çok da hitap etmeyecek olan bir gruptu. Cidden. Önermiyorum kimseye o yaşta. Ne saçma, her yaşın bir grubu vardır. 15 ve altı için Sonic Youth değil.

Bu arada Sonic Youth Ankara konseri dedim, şaşırdınız. Kaldınız öyle. Ama hayır, iptal oldu o konser. Yetersiz bilet satışından. Şimdi gelecekler ve iptal olacak ha? Artık ben varım, Coconut var.

-

1982'den beri bir şeyler çıkarıyorlar.

Mart 1982 Sonic Youth
Şubat 1983 Confusion Is Sex
Mart 1985 Bad Moon Rising
Mayıs 1986 EVOL
Haziran 1987 Sister
Ekim 1988 Daydream Nation
26 Haziran 1990 Goo
21 Temmuz 1992 Dirty
10 Mayıs 1994 Experimental Jet Set, Trash and No Star
26 Eylül 1995 Washing Machine
12 Mayıs 1998 A Thousand Leaves
16 Mayıs 2000 NYC Ghosts & Flowers
25 Haziran 2002 Murray Street
8 Haziran 2004 Sonic Nurse
13 Haziran 2006 Rather Ripped
9 Temmuz 2009 The Eternal

wikipedia.com

-

Aklıma Sonic Youth nereden takıldı, hemen söyleyeyim. Morwenna Banks'in Kim Gordon'a şaşırtıcı benzerliğinden. Bir de tişörtler önemli.

d.n.: Daha çok anı var Sonic Youth ile ilgili. Aklıma geldikçe paylaşırım.

"I love you, I love you, what's your name?"

18 Şubat 2010 Perşembe

Coldplay ve Aramızdaki Bitmek Bilmeyen Gerginlik

Coldplay aslında binlerce insanın içini baysa da, aslında tatlı bi grup. Mesela baklavayı ele alabiliriz Coldplay için. Çok güzel ve istenilen bişey baklava, böyle bayramda olsun, tatlı krizinde olsun, ev ziyaretlerinde olsun. Coldplay’de de eski bir şeyleri düşünürken istenen bir şey, eski sevgili, lise yılları, efendim otobüs yolculuğunda falan. Sonra ikisi de pahalı. Bi kilo baklava ne kadar baktınız mı siz? Yeşillileri falan daha pahalı, cevizlisi de kezaa… Kırk kat hamur açıyor insanlar. Coldplay’de ise, Jayz gelip düet yapıyor, ön sıralar çok pahalı, ortalar da pahalı, konserin 19 km ötesi bile pahalı. Sonra baklavayı çok artistik dilimliyor. Simetrik böyle, üzerinde gezen şerbet bir o kadar lezzetli…. Chris Martin peki? Dönüp bakılmaz mı tekrar? Saçlar başlar, zahar kızları zalım etmez mi? Ama ne olur baklavaya, çok durursa şekerlenir tadı gider, Martin de yaşlanır torun torbası falan. Son kısmımızda ise baklavayı çok yediğimizde bayar bizi. Ağzımız yüzümüz bi hoş olur. Coldplay ne yapar? O da bayar, kulaklara nüfuz eder, kapatma hissi yaşatır.

Böyle miy miy sen ve ben, evler, gözler, yerimde, konuş benlen, arabalar falan ilk albümleri. Sonra sert çıkışlar, işte jerussalem’den gelenlere bile atıfları var. Bana da tutturulamayan gazete haberi gibi geliyor. “Aşk meşkle olmuyor bu, gel iki laf sokalım dünya politikasına.”

Soksunlar pekala. Lazım laf sokmakta. Acaba insanlarda ne kadar işe yarıyor? Yani laf sokarsın da nereye gider. Gitse de işe yarar mı? Bu kısmı daha eğlenceli, ama sonrası? Bilmem lazım mı bazen… mesela bush’a atıfta bulunup durduk değil mi, ne oldu? İşe yaradı mı? Elbette işe yaramaması demek artık laf atmayacağımız ya da karşı olmadığımız anlamına gelmiyor.

Neye yarıyor? Merak ediyorum.

Aslında etmiyorum. Biliyorum. Karşı olunmak zorundaki bir sonraki aşamadan korksun kişi. Herkesin arkasında olmadığını bilsin. Konu daha da uzar da. Olukça sıkıntılı bir konu. Bir ara deşeriz beraber. Coldplay’e patlatmak haksızlık olur şimdi.
Patlattım aslında.

-

31 Ocak 2010 Pazar

Gün 5. Alpler ve çikolataları

Şahane kağıtlara imza atıp, Stockholm’de yeni bir mağaza anlaşması yapıyoruz. Ülkede üç tane mağaza, bir de fabrikası olan ufak bir şirketin Amerika Birleşik Devleti’nin Eyaleti olmuşçasına seviniyor herkes. Akşam çıkışta kutlama planları yapılıyor, İsveçli müstakbel mağaza müdürü sevinçle ve hararetle herkesin elini sıkmaya çalışıyor. Sosis parmak fotoğraf makinasıyla pozlar yakalamaya çalışıyor.
Günün en çok çalışan elemanı olarak vesikalığımı kapıya koymaya karar versem de, İsveç adam Grooyn odama gelip, derinleşen kelini göstermek istercesine “Artık işimiz daha çok olacak” gibilerinden espriler yapıp duruyor. Halbuki parmağındaki alyans o kadar parlıyor ki, muhtemelen yeniliğinden ya da o kadar kötü bir imitasyon, her defasında gözlerimi kamaştırıyor. Konstantrasyonum bozuluyor konuşurken, cümlenin sonuna getireceğim eylemleri karıştırıp duruyorum.

“Daha çok geleceğiz.”

“daha çok gereceğiz.” Gibi.

Birkaç emlak işini bitirdikten sonra. Sabahları akşamları aklıma takılan o dava geliyor aklıma: Komşum. Gece gündüz üzerine yoğunlaşacağım bir dava gibi davranıp ince ince düşünüyorum her şeyi. Bazen düşünmeyi kesip, neden düşünemiyorum diye şikayet bil ediyorum etrafa.

Sonra kahve falan getiriyor bir teyze. Üç beş hazırlanmış metinleri düzeltip dilden dile köprü buluyorum.

Aslında tam olarak sorun benim insanlar üzerinde düşünmememdir. İnsanlar üzerinde kafa yormaya başlarsa insan muhtemelen yaşadıklarının önemi kaybolur, geriye insanlar ve yaptıkları ve saçma sapan saplantılar kalır. Ne dedi, ne değişti sorularının peşi sırası eksilmez. İnsanin beynine düştü mü kurt, kurtulmanın yolu sadece başkasının elindedir. Bir nevi bağımlılık yaratır insanda karşıdaki. Hangi sağlıklı insan buna ihtiyaç duysun ki desem de, bu gün sağlıklı diye tanınan herkeste olan bir durum. Herkes kocasının gömleğinde rujun nedenselliğine, karısının neden başının ağrıdığına, komşusunu neden onla pazara gitmek istemediğine, kız kardeşinin neden ortalık yerde seni rezil etmek istediğine, en yakın arkadaşını neden senin diğer arkdaşlarına daha yakın olmak istediğini daimi olarak sorgular. İnsanlar hakkında o kadar çok düşünürüz ki, sonra sorgulamaya başlarız. Düşünecek binlerce şey varken sadece aksiyonlar önemliymiş gibi davranırız, aslında ne kadar sıradan olduğumuzu kendimize yeniden kanıtlarız. Sorulacak binlerce mantıklı soru varken “bunu bana nasıl yaptı, nasıl karakterde biri o” diye hep üçüncü kişiye yükleniriz. Hani bir evde yangın çıkar da külü bir türlü temizlenmez ya. Ne zaman bitti diye yer silicisinin suyunu değiştiririz, ama kenarlarda hala küller vardır. Sürekli kül içindeyizdir.

Evet, olayların öneminin yerine insanlara, onların davranışlarına, yanlarında hissettiklerinize yöneldiğimizde aslında tüm önem erir gider, güneşte kalan çikolata gibi. Tadı da bir hoş olur, tamamen çöpe gitmelidir artık. Bir süre bu his hoşa gitse de sonra bozulacaktır. Tartışmalar, sıradanlaşma, gerçek işlerin aksaması. Hep insanlar ve boş düşünceleri tarafından icat edilmiştir.

İşte sıradanlaşma, aşırı düşünme bundan böyle o adam daha da korkuyla yaklaştıracak diğer önemli unsurlar. Öte yandan bu beyin fırtınası sayesinde bulduğum birkaç his de korkunun git gide kırmızı sinyale ulaştığının habercisi olma yolunda. O da komşumda duyduğum korku, şaşkınlığın yanında duran huzur. Belki rüya çok tetikledi bu hislerin aniden parlamasına, ne kadar gerçekliğini yitirse de onu düşündüğümde aldığım huzur hissini daha önce yaşamadığım bir duygu olduğu için kıyaslayamıyorum dahi.

Bu acıklık karşısında göz yaşlarımı tutuyorum, duygulanmıyorum. Bunları düşündüğüm için aynadaki yansımam nanik yapmaya başlıyor. Ben de cevaben kulaklarımı oynatıyorum.

Akşam konuşacağım onla.

--

Akşam konuşacak cesareti bulamıyorum. İkide bir kapının dışına çıkıp eve geri geliyorum. Kapının önündeki paspası çırpıyorum, yerini düzeltiyorum. Cesaret bulup bir anda kaybediyorum. O garip korkuyunun sırrını çözmeye çalışıyorum ama gözümün kararması çok zaman almadan. Kapısını zır zır çalıyorum.

Kapı açılıyor. Adam gülümsüyor, buyrun diyor kibarca, içeri giriyorum. Şahane bir ev tasarımı ile karşı karşıya değilim, sıradan bir ev ve kapıları var. Binlerce kitap görüyorum; hepsi orta çağdan kalmış gibi. Evdeki tüm kokuyu oluşturan bu kitaplar aslında. Kitaplardan sonra evde kendini belli eden diğer detay ise mumlar olmalı. Bazıları kitapların üstünde yakılmış, hatta oraya biraz yayılmış. Oysa aydınlatma oldukça güzel evde, yanlardan gelen, hafif karanlıkla gelen bir aydınlatma.

Eh klasik bir entelektüel evi işte. Fazla renkli değil, koltuklar rahat, kitaplar falan bir de çalışma masasının evin merkezinde olması ve en önemli oymuş gibi davranılması.

O gün hakkında biraz açıklama yapıyorum. Tansiyonumun bu aralar iyi olmadığı gibi palavralar atıyorum. Sonra yine gereksiz bir şekilde kablolu tv ve yayınlarından, kanallardan bahsediyorum. O ara bir kahve tutuşturuyor elime. Kahve insanı değilim, demek istiyorum buyurgan hareketlerine karşı. Diyemiyorum. Adam tüm eleştri gücümü yerinden söküyor, gereksizce konuşturuyor beni tam saçmalamanın sınırlarında hissediyorum. Diğer hissim ise alaycı olma. O bakışlar altında ve o ev altında haddinden fazla alaycı oluyorum. Bu can sıkıcı ve biraz gerilimli halim onu da tedirgin etmiş gibi görünüyor. Birden alnındaki damarları görüyorum. Yavaş yavaş göz çevresindeki kırışıklıklara kayıyor gözüm, uzun yüzünü uzun süre inceliyorum. Yaşımın iki katı olmalı.

“Kitaplarınızın çoğu eski.”

Yabancı bir adamın burada, herhangi bir apartman dairesine uluslar arası taşıma şirketleri ile anlaşıp kitaplarını nasıl getirdiğini hayal ediyorum. Sabun kolileri içinde.

“Eski iyidir. İyi olduğu için eskimeye devam edecek.”

Nahoş herif. Bir süre sonra eve gidiyorum. Kapıma yaslanıp, bu klasik hareketi hakederek, karnımdaki acıyı dindirmeye çalışıyorum. Telefon sesi. “Bir haftaya İsveç’e gidiyorsun”.

Gün 4. Gerçek dostlar ve gerçek rüyalar

Tatiller insanı kendine getirir ve aslında ne aciz bir varlık olduğunu anlatmaya çalışır. Boşluk içine giren insan acayip saçmalar, her şeyi düşünür, binlerce hastalık bulup, arkadaşlarına komplo kurar. Bir şey olmamış gibi internetin en gereksiz sayfalarını kendine siper eder. Dergi testi çözer. Yalnızlığın ve tatilin zehiri sadece pazartesiden çıkan panzehirdir.

Bana sökmez. Benim çok önemli işlerim vardır tatil günleri. Kendimi kıskanacaksam haftasonu kıskanırım.
Pazar bulmacasının her sayfasını bitirdiğimde öğlen olmuştu. Temizlik yapmak istedim hemen. Aslında istemedim de, mecbur kaldım. Binlerce parazit pusu kurup bağışıklık sistemime iddaya giriyorlardı. Hissettim bunu. Aslında aklımdan bir melodi geçiyor sürekli dın dın dırı dın diye, keşke onu çıkarıp yazsam.

Kapı çaldı, hem de saat 12.14, hem de Pazar. Uğursuzlar.

Karşımda biraz mahçup, biraz kırmızı uzun boylu hafif orta yaşlı, ama hafif, bir adam beliriyor. Avrupai görünümü konuşmasıyla belli ederken, “Merhaba, ben kat komşunuzum, acaba ….” Sadece apartmana yönelik, şu an da beni bile ilgilendirmeyen fazladan uzayan bir sorunun soru kelimesini yanlış sonlandırmasıyla bitiyor. Uzun süre dalıyorum adama, cidden neden bahsettiğini anlamıyorum, kafamı vermiyorum.
Dehşete kapılıyorum. Binlerce kaçış planı yapıyorum. Boşluktan kendimi attığımı hayal ediyorum, kapıyı yüzüne kapatıp onlarca kilidi indirmeyi. “DEFOOL” diye bağırmayı…. On yaşında bir çocuğun, birini sevdiğini hissettiğinde yaptığı şeyi yapma ihtimaline giriyorum, yüksek bir oranla.

Daha heyecan ama aslında korku verici olan şeyse, rüyamdaki adamın yarım yamalak Türkçesi ile kablolu yayın hakkında sorular sorması. Göz bebeklerimin büyüdüğüne yemin edebilirim. Belki de behçettim, astımım, anemim arttı.

“Ne oldu size böyle?”

“Tansiyon sanırım, başım döndü. Afedersiniz.”

“yardım edeyim size?”

İçeri giriyor, ayakkabılarını çıkarmadan. Su alıyor ve bana tutuşturuyor, oturtmaya çalışıyor. Düşününce bir yabancıya göre ne kadar samimi. Hala korkum olsa da yabancı değil o bana. Bir an rüyamı ona da mı anlatsam diye düşünüyorum, sonra geçmiş yıllardaki başarısızlık oranlarım çizelge halinde gözümün önüne geliyor.
Sorularını cevaplayıp göndermeye bakıyorum bir an önce.
-
Akşam Sosis Parmak’tan bir telefon geliyor, “Yarın bir saat erken gelin, toplantı olacak” diye. Sosis adam. Aslında kalbi de sosisten.

İki tek atmaya dışarı çıkıyorum.

Yalan söyledim. En nefret ettiğim şey varsa o da tek atmaktır. Kola, meyve suyu ve ya asitli içecekleri alkolden daha lezzetli buluyorum ve aslında insanın kafasının güzel olması oldukça rezil bir durum. Beynindeki hücreleri bir bir öldürürken ve denge problemleri yaşarken, müzik bile rahatsız edici gelirken mi eğleniyor insanlar? Ağzın yüzün buruşuyor, karşındakinin saçmalıklarını dinliyor (ve o seninkini), kol kola girip sokakta büyük adımlarla şarkı mı söylemek eğlendirici?

Günümüz modern insanın psikolojik sorunlarının tavan yapmasına şaşmamalı.

İnternet kafeye, oradan X Çalışanları Lokali’ne de gitmiyorum tabi. Alkolsüz içecekleri, alkollüleri ile aynı fiyatta birkaç pub listesinden faydalanıp, okuldan eski bir arkadaşımı çağırıyorum. Llor ismi. Dünyada birinin cenazemi kaldırılması istense, sadece bunu yapabilecek tek insan. Ailem dışında, içimdeki cevheri bilen, buna saygı duyan biri Llor. Cevher dediysem de dünyaya olan yegane sevgimden bahsediyorum tabii.

Llor lisede kenarda oturan ve dünyadan haberdar olmayan, günümüz gençlerinden biriydi. Burnu iyi koku almaz, yolda giderken kimsenin orasını burasını incelemez, dünyavi tek zevki parmaklarını kenetleyip acil çözümler bulup, not defterine bir bir geçirmesidir. Onbeş yaşından beri tanıyordum onu ve dünyadan hala bihaber.
Pubta buluşmaya karar verdik. Yeni bir ceket giymişti bugün. İlk bakışta tanıyamadım, zaten ilk bakışta Llor’u annesi bile tanımaz eminim. Herkese benzeyen saçları var. Gözlerine bakınca da herkesin sahip olduğu bir rengi var, ama Llor konuştukça ayrılır herkesten. Dünya bir yana Llor bir yana çekilir ve yemin ederim bununla gurur duyarım.

“Annen nasıl Llor?”

“Senden hallice. Şu kokuyu alıyor musun? Korku kokuyorsun.”

Ah şu Llor da bir alem canım. Ancak kendimde komşu ve rüya ilişkisinden bahsedecek gücü bulamıyorum. Ortaokuldan bahsediyorum uzun uzun. Gerçek bir darp yarası almış taklidi yapıyorum. Bardakileri inceliyorum, isim falan veriyoruz beraber. Yere mısır atıp eziyoruz tüm gece.

Arabasıyla beni eve bırakmaya karar veriyor. Park yerinden çıkarken alkolün etkisiyle yandaki arabayı da çizmeyi ihmal etmiyoruz.

Çılgınlığımızdan gidip posta kutularını beyzbol sopasıyla ezeceğiz.

Derken Llor’u koltuğumda sızmış buluyorum, ben televizyonu izlerken arada kalkıp böğürme sesleri içinde lavaboya koşuyor, geri gelip yatıyor.

Hiç midem bulanmıyor, o benim gerçek dostum.

Gün 2. Sosis parmaklar ve Rüyalar.

İnsanlar birbirlerinin rüyasını dinlemekten bu kadar nefret ettiklerini anladığımda ufak bir çocuktum. Çünkü o gerçek tatlı ve renkli rüyalara ben sahiptim. Film gibi canlı, doğaüstü ve ya hayallerimi yansıtabiliyordum. Kıskanıldığımdan dinlenmediğimi düşünmüştüm, yıllarca sonra daha gerçekçi bir bakış açısı kazandım. Kimse gerçekte varolmayan bir durumu dinlemek istemiyordu aslında.

Suçlamamak lazım. Ancak suçu hakedenler de var. Aslında tüm rüyalar gerçektir.
Yatağımdan kalktığımda gerçekliği bulup, hayatın anlamını çözmemiştim. Gün ışığı dolan sarı duvarlar o kadar parlıyordu ki, gözlerimi açamıyordum. Yarı çıplak bin tonluk battaniye ve yorganın altından enkazımı çıkarttım.

Gözlerimi ovuştururken, yatağın ortasına oturup uzun süre duvara daldım. Aklım tabi ki duvardaki o saçma filmin sahnelerine dalmadı kesinlikle.

Aynı zamanda rüyamı düşündüm.

Parlak, gerçekliği olan rüyamı.

(Rüyamı yazdım zaten, şu altta bulabilirsiniz. Saoğlun.)

Gerçek dünyaya uyanış. Keşke gerçek olsaydı.

Bir şey olmamış gibi doğruca işe gidiyorum. Doğru ya söylemedim. Zaman zaman çalışıyorum bir işte. Tabak, çatal, kaşık, bardak, çay altlığı, vazo, meyvelik, gümüşlük satan bir mağazada bazı hesap ve uluslar arası kâğıt işlerini yapıyorum. Aslında ne kadar yoğun gibi görünse de oldukça boş, hatta bu boşluktan dolayı işe girdiğim iki yılın ardından iki tane üçer sezonluk dizi bitirdim, 104 kitap ve ya roman ve her ay işyerine ücretsiz gelen ekonomi dergisini okudum. Neredeyse uluslar arası ilişkiler sıfır olduğu ve sadece üründen ürüne hesap yaptığım için. Tam tedrisatlı muhasebeciler zaten mağazanın daha üst katlarında oturuyor. Aslında bu bir sır olsun ama bana ihtiyaçları yok.

Otobüs durağından mağazaya yaklaşık yüz adım var. Bazen sayıyordum ama şu sıralar otobüs şöforleri tam olarak durakta durmuyorlar.

Sevimsiz günaydınlar, kasadaki Lemiau’nun kırıkları parmağını hala yara bandıyla kapatması, yeni gelen turuncu cam geniş kaseler ve sabahın köründe damlayan insanlar. Ciddi görünmek için bana zorla giydirilen iş kıyafetleri var tabi. Onun dışında her şey aynı. Hücresel bütünlük ve ya birbirini tamamlayan oyun kartları.
Ofise hızlı adımlarla çıkıp kapıyı kapatıyorum, bir süre beni o deli gibi rahatsız eden yüksek topuklu ayakkabılarımı kaloriferin üzerine geçirdikten sonra plastik terlikleri geçiriyorum hemen ayaklarıma. Dünyada böyle bir rahatlama yoktur ya iyi ki masaları yere kadar tasarlıyor şu mobilya tasarımcıları.

Günlük gazeteleri açıyorum. Önemsiz önemsiz haberler, enflasyon, bilmemne bakanının çok şahane açıklamaları. En güzeli üçüncü sayfa. Bugün kimlerin kaçırıldığı beni çok meraklandırmıyor ama, gene de gerçeklik sanki oradan akıyor gibi.

Gerçeklik.

Dünkü kanlı bıçağın orada durmasının haklı bir sebebini görüyorum. Gerçek bir duruma tanıklık etmeyi ihmal de ettirmiyorlar hani. Aslında bıçağın on metre ilerisinde bir ceset bulunmuş, 34 yerinden bıçaklanmış ve uzun bir süre bıçağı aramışlar. En son artık birkaç vatandaş bulmuş bıçağı, kenardaki polis merkezine gitmişler peçeteyle tuta tuta.

Vay be, demek aslında en önce ben gördüm ama çaktırmadım kendime bile.
Gazeteyi kapatıp, kahraman nedenlerle o cinayeti işlemişim gibi davranıyorum. İçim ürperiyor. Tık tık sesiyle ayılıyorum ama. Sosis parmaklı müdür Yhsiep Bey bir dosya ile geliyor. “İsveç bir şey mi istiyor ne?” diyerek.

Gün 1. Kuşkular ve Sibiryalılar

Gelmek uzun süren bir eylem değil, sahip olmak kadar en azından. Bir eve sahiptim ve gelmiştim. Her şeyi daha inandırıcı kılar.

Bugün Minoua ile görüşmem vardı. Sabah onun için ıslak saçla dışarı çıkıp tüm gün burnun akmasına sebep olmak çok da mantıklı bir sebep değildi.

Buluşmalara görüşme demek bazen daha uygun olabiliyor. Resmiyet bazen o kadar konuşuyor ki. Peşi sıra getirdiği onbir arkadaşı ile tokalaşma, yalan gülümseme, dinliyormuş gibi yapma, nezaketen muhabbete katılma şeyler yapılıyorsa, buluşma düşüp görüşmeye dönüyor: zorundalık hissi getiriliyor olaya. Sadece onbir değil, bir kişiden de çıkıyor.

Her şey güzel gibi görünürken hava kararmaya yakın, otobüs bulmamayı bahane edip ayrılıyorum. Hava o kadar soğuktu ki zaten bugün, kararmaya da yaklaşmıştı, beteri ayaz dediğimiz katil hava dalgası tüm vücudumu istila ediyordu. Burnumun kırılmasından korkup sık sık eldivenlerimle burnumu sıvazlıyordum.

Durağa yaklaşmışken yere doğru hafifçe parlayan bir şey bütün dikkatimi dağıtıp objeye yaklaştırdı kendini. Kanlı bir bıçak. Umursamadım tabii, bu bölümde bunu görmek sonradan karnıma girmesini sağlamazdı herhalde.

Silah patlar hesabı.

Eve gelmek daha güzeldi.

Sonra gün bitti, binbir kuşku ile.

28 Ocak 2010 Perşembe

Gerçeklik Payı

Öncelikle garip, kullanışsız bir hastane. Geniş bir koridor, dar oadalara çıkıyor. Kapılar genelde camlı, gizliliğin olmadığı bir yer. Zemin tahta gibi ama aslında eski tarzda döşenmiş. Kaybolma riski o kadar yüksek ki korkarak ve her yeri ezberleyerek ilerliyor insan.

“Şimdi şu kapıdan çıktım, mavi gibi olandan, tamam ilerledim… Bir dakika ya gene aynı kapı ama karşısında başka bir oda var.” kesinlikle geçiriyorum bu anı, çift kontrolsüzlükle.

Doktorlar içerlerde aslında ama ben o an hastaneyi oldukça boş bulduğumdan “terkedilmiş” endişesi yaşıyorum. İçeri dolan gün ışığı eski bir binada olmanın verdiği samimiyeti pekiştiriyor. Hızla tuvalate gitmeye çalışıyorum. Yanımda değişen insanlar var. Çantamı sıkı sıkı kavrıyorum ki hızlıca işimi halledeyim.

Tuvaletin kapısı sanki bir ahırın giriş kapısı gibi. Tamamen tahta, yeşile boyanmış ama el yapımı gibi. Kapının alt tarafı eskimiş, aslında erimiş… Kapı kilidi ise eski usül takmalı olanlardan. Bu hastane eski olabilir ama küflü bir kapıyı hak edecek kadar demode olduğunu sanmam. Ayrıca tuvaletin el yıkama kısmı o kadar dar ki, iki dişi birbirine sürterek geçmek zorunda.

Kıyafetimi düzeltiyorum. Az önce pantolon giymiş olduğumu sanıyorum ama hayır. Siyah mus çorap var, ayaklarımda düz ayakkabılar. Bluzümü eteğimden çıkarınca elbise gibi görünen mavi çiçekli bir elbise. Kolları ise iki kat ispanyol. Birden oldukça eski model, ki ortama ne kadar uyumlu, ve oldukça şık hissediyorum. Şanslı bir gün.
Ancak lenslerimi takmadan çıkmak zorundayım. Yanımda tanımadığım biri beni bir odaya alıyor. Gözlüğümü düzeltiyorum, sürekli bulanıklaşıyor her yer.

En sonunda bir odaya girdiğimde tüm ortaokul arkadaşlarımı görür gibi oluyorum. Beni hiç mi hiç kaale almadıklarından dolayı sinirleniyorum. Hepsini tanımaya çalışıyorum, bağıra bağıra heyecanlanıyorum. Hepsi ne kadar büyümüş, evrim geçirmişler ! Ne de olsa yıllar geçti… En son Erkan diye bir çocuk geliyor odaya, sanırım adı Erkan’dı. Bana sınıf buluşmasının nerede olduğunu soruyor. Ama beni tanımıyor. Sinirlerim iyice geriliyor.

Bir gün öğretmenimiz henüz ortaokula geçmeden fen bilgisi dersinde katı, sıvı ve gaz maddeleri anlatıyordu. Sıvılara geldiğimizde elinde bir avuç kumu bir çay bardağına boşalttı, sonra bardaktan masaya döktü. “bakın çocuklar bu kum konduğu kabın şeklini alıyor. Hhup hup.”

Hemen devam etmişti. “haydi o zaman tahmin zamanı: katı diyenler kapının oraya, sıvı diyenler pencereye, gaz diyenler mevsimlerin yazdığı duvara gitsin.”

Sınıfın yarısı katıya, yarısı sıvıya gitmişti. Ama Erkan gaza.

Ondan dolayı epey aklımdadır Erkan. Ama beni tanımaması gerçekten üzücü. Hatta sinir bozucu. Bunun üzerine neden bilmiyorum ama, KLASSENTREFEN!(sınıf buluşması) diye bağırıyorum.

Kimse duymuyor.

Hastanenin güneşli koridorlarına atıyorum kendimi. Moronlar, diyorum. Yıllarca sizsiz idare ettim ben.

Geziyorum bir süre, tekrar tuvaleti arıyorum. Lenslerimi takacağım bu sefer. O kadar kayboluyorum ki, kaybolmanın miktarı mı varış demeyin. Gülüşmeler geliyor, bazen müzik sesi. Korkuyorum. Bazen bir dersane gibi hissettiriyor kendini, ya da boş bir okul. Yalnızlığımdan da ürküyorum ama çıkışı bulamıyorum.

En son doktor odasının kapısı aralanıyor. İçeride bir sürü doktor görüyorum. Bir kaçı da beni. Korkum yükseliyor ve yolumu değiştiriyorum. Hızla kayboluşa tekrar geçiyorum. Sonra insanlar geliyor. Bir şey bekliyorlar. Konser gibi bir bekleyiş bu. Ufak bir büfe var, üzerinde fosfor yeşili peynir parlayan çörekler satıyorlar. O kısım karanlıkta kalmış, çünkü perdeleri çekmiş bekliyorlar. İnsanları görmek rahatlatıyor.

Hala lenslerimi takmaya çalışıyorum hararetle.

O an birini görüyorum. Bana çok tanıdık bir yüz, orada burada süreki gördüğüm birisi. Belki mahallenin kenarında oturan o adam, belki otobüs sürücüsü, belki gittiğim oyundaki bir rejisör. Ama tanıdığım ve sıkça gördüğüm bir adam. Gerçekten biliyorum.

Bu sefer göz göze geliyoruz. Tanımamış gibi yapıp yolumu değiştiriyorum. Hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalışırken kıvraklığı ile yanımda beliriyor. Ben onu görmemezlikten geldiğimi anlamış olsa gerek ki, beni iyice utandırır gibi. Hızlı hızlı yürütüyor beni.

Ben, “Wow you’re really tall.” (vay, cidden uzunmuşsun.)

O, “Yes… and umm how old are you?” (bu soruyu oldukça sarkazmla, yaş boy oranı için soruyor.) (evet… sen kaç yaşındasın ki?)

Bense aksanını taklit edip keskin keskin “You” sesi çıkarıyorum. “I dunno” diye devam ettirip, “Maybe you can guess…” (seeğğn… Bilmem.. Belki sen tahmin edebilirsin)

“Umm… Four?” (hmm.. dört mü?)

“Exactly! ” (kesinlikle!)

Gülüşüyoruz kısa bir süre. Ardından kenara geçip, ezberlemiş gibi şunları söylemeye başlıyor hızlı hızlı : “je parle flou, avec des mots et du papier, je brouille tout, et c'est à toi de deviner, j'ai jamais eu l'cran d'effacer et quand j'essaie de raturer, j'ai des regrets…”

Ben dona kalıyorum. O an elinde uzun bir çubuk var. Yüzüne bakıyorum… o kadar gerçek ki. “I dont unders..” derken elindeki çubukla bir araya işaret ediyor. Karanlık bir ara ama kapı var. Beni komutlarıyla yönetiyor ama o kadar memnunum ki, sopayla yol açıyor. Önden gitmemi bekliyor. Araya giriyorum ama kapıyı açma cesareti bulamıyorum. Yanından ayrılma korkusu saıyor. Aralıktan gizlice ona bakıyorum. Derken insanlar geliyor… onlar giriyor.

Hızlı davranmam gerek, “ben pek anlayamam ama İngilizceden” demeyi bekliyorum, kafamda cümlesini kuruyorum. Ama birden yokoluyor. Çaresiz salona yöneliyorum.
Sahnesiz bir tiyatro salonuna götürüyor bizi ayaklarımız ve o karanlık ara. Yer yer boşluklar var, sahne ışıklarıyla aydınlatılmış, tamamen loş bir yer. Yastıklar var yerde de, dekorun bir parçası olmalı.

Acaba daha demin bana repliğinden mi söyledi?

Ön sıraya bir kızın yanına oturuyorum. Kapıdaki arkadaşı ile iletişim kurmaya çalışıyor o, ben de çekilip engel olmamaya çalışıyorum. Telefonumun sesini kapatmaya çalışıyorum bir de tabii, bir kapın çıkıp hiç anlamadığım dilden bir şeyler diyor…
Sonra onu görüyorum. Sarımsı bir ceket giymiş, benim ön sıramda oturuyor. Biliyorum oyunun bir parçası olacak kendi de.

Mutluluğum şahane hisler ve heyecan barındırıyor.

Koltuğumda uyuyakalana kadar.

--

Olanlar kesinlikle rüyaydı ama anlatmak kesinlikle gerekir. Bu kesinlik…