Buraya tercümelerimi, içimden küfretmek istediklerimi, küçük tecrübeleri, okuduklarım-izlediklerim-dinlediklerimi, kendi polisiyemi, kıskandıklarımı, bazı şarkı sözleri ve şiirleri, manasız fotoğrafları, gezdiğim yerleri koyuyorum.
25 Aralık 2009 Cuma
Esme
Tek yeteneğim hiç durmadan müzik dinlemek, elimde kalem önümde boş bir kağıt, bunu düşünüyorum ama başkalarının hayatını yazabiliyorum. Özellikle ayaklarımı oynatırken. Öylesine haz verici ki, bu yalanın içinde yaşamakla ağırlığınızı hiç hissetmezsiniz. Masanın üzerinde oynayan bir kalem, nefes sesim ve arada titreyen masa lambası onaylıyor durumu. Sarı duvarlar daha sarı, dolaplar daha büyük, düşüncelerim daha uykulu. Minnetle kitaplığıma bakıyorum, gerçekten bir şeyler bekliyorum ilham adıma. Boş. Beyaz, masum ama boş. Sadece bu kadar. Bir şeyler olmasını istiyorum, kağıtları doldurmak… Sanki tüm dünya buna karşı.
Ama biliyorum normalmiş bunlar. Yani her an her zaman yazı yazamazmış en büyük yazarlar da. Durma noktaları olurmuş insanların. Dinlenmen, bunu düşünmemen gerekirmiş, dış dünyanın tüketimine kendini vermen gerekirmiş. Dolu bir havuzda yüzmemen gerekirmiş. Sanki yapmadığımız şeyler. Günlerimizi televizyonun boş ekranında ağız sulandıran, dükkanların tüm ürünlerine göz diken, doymak bilmeyen açlığımızı cebimizden indiren tuhaf ve sefil bir sürü olmuşken fazla bilgelik taslamaya hiç gerek yok.
“Esme” içerideki odaların birinden geliyor ses. Evet, Esme benim. Salinger’ın roman karakteri diye, Esmeralda’nın kısaltılmışı diye, hava çok rüzgarlı diye veya esmerim diye konmuş bir isim değil. Babaannemin ismi “Esme” diye konulmuş, zaman zaman Ezme diye dalga geçilen bir isimmiş benimkisi. “Saat kaç fakında mısın? Niye uyumuyorsun hala?” bu da annemin sesi. Saat kaç olursa olsun her zaman uysal bir sesi vardır, uyandırmak istemeyen bir ses. Belki de annem diye.
“On dakika sonra.”
Ve yine ben insanların uyku seslerini dinliyorum. Derin iç çekişler…
Kahraman 1
Genel bir dünya yaratılmıştı bize. İşte kahraman bunun içindeki en sıradan insandı. Annesi ona “Kahraman” adını takmıştı. Bu güzel ve ışıltılı ironi ile isminin en alt basamağında bile barınmamıştı. Kahraman orta boylu, orta kilolu, orta çapta bir insandı. Ama evet, kahraman değildi. Clark Kent bazen aklına gelirdi ancak şimdilerde tek düşündüğü iş yeri teftişleriydi. Kahraman bir şey yapmıştı. Bir eylemin içine girmişti. O eylem pratikte tehlikeli ve coşkulu bir eylemdi. Kahraman sır gibi sakladı. Bir süre daha saklayacaktı.
Kazandığı sınavların sayısı tam olarak 6 kazanamadıkları ise 5’ti. Sınav çoktu ve bitmezdi. Onun ülkesini böyle dizayn edilmişti ve yenilenemez derecede sıkıştı. Kahraman asla “tüh buna” “ah ya of” diye sızlanma seslerini ne içinden ne dışından millete duyururdu. Her zaman derin ve ciddi konularla beyin kıvrımlarını oluştururdu.
Ancak üç ay, bir hafta, beş gün ve dokuz nokta yirmi saat önce, “olduğum yeri hak etmiyorum” dedi. Bu dünya üzerinde yaptığı ilk şikayetti ve tarihe önemli bir an kazandıracak olayların silsilesinin ufak bir başlangıcıydı. Kahraman bu cümleyi ettiği anda tam 2345 km batıda bir evi sel aldı. Saat tam olarak buraya göre 23.45’ti ve selin tam olarak sebebi üst kat komşularının su borusunun patlaması ve ince duvarı hızlıca delmiş olmasıydı. Tam 60 km doğuda ise yeni evli genç bir çift boşanma kararı aldı. 739 km güneyde ise motorlu bir araç hiçbir sebep yokken sürücü içerideyken patlamıştı. Ve daha neler.
Hiçbir başkaldırı sorunsuz geçmezdi ne de olsa.
Kahraman önemli bir bilim adamı olmak isterdi hep. Üniversitenin işletme bölümünden mezun olduğunda kafasını yavaşça yere eğip bu hayalinden vazgeçmişti. Doğa olaylarını ilgi duyar, saatlerce sıkılmadan sırayla hayvan, doğa, tarih belgeselleri izler, coğrafya ve gezi dergilerine abone olur, çeşitli bilimsel içerikli internet sitelerini takip ederdi. Tek dünyası yeni gelişmeler ve tarihteki önemli olaylardı. Bu onu mutlu eder, ufak evinde abone olduğu dergilerin posterlerini yapıştırırdı. Zamanla bu posterler sararır ve uçlardan kıvrılmaya başlardı.
Evet Kahraman’ın tarihi olayı ise şöyle gelişti tam olarak. Bu sitemi ettiğinde, çalıştığı banka için öğle yemeği zamanıydı ve o sabah karnını tıka basa doyurduğu için öğle yemeğine çıkmamıştı. İçeride birkaç banka memuru, bir güvenlik ve içeride amiri vardı. Amiri evden getirdiği üç çeşit yemeği düzenle açmış, büyük lokmalar ve minimum çiğneme ile mideye indiriyordu. Kalp rahatsızlığı olan amirin bu yağlı ve hızlı yenen yemeklerden uzakta durması gerekiyordu. Çünkü olan oldu: amir aniden kalp krizi geçirdi. Kapısı kapalı ve sese yalıtımlı olduğu için kimse onu duymadı; perdelerini kapattığı için kimse onu görmedi aynı zamanda. Adam hık diye öte tarafı boylamıştı. Saat tam olarak 12.46’ydı ve amir tam olarak 57 yaşındaydı.
Aynı zaman içinde Kahraman sayımlarını bitirmiş ve bir rapora başlamıştı ancak gözü kameralara takılmıştı. Bugün kameralar dönmüyordu. Genelde banka güvenliği için sürekli dönerlerdi. Kahraman çaktırmadan kameralara bakıyordu. Kör noktalarını buluyor, güya altına saklanınca vezneden milyarlar çarpabilirim diye düşünüyordu. Ancak bu tarz şeyleri yapabilecek tarzda bir adam olsa, bundan tam 9,5 ay önce gelen güzel teklifi ve ondan sonra gelen rüşvetleri seve seve kabul ederdi. Kahraman’la aynı gün işe başlamış İsmihan Bey gibi güneyde iki yazlık evi, şehir merkezinde dört odalı bir ev ve şehir dışında kooperatifi ve de son model gümüş bir arabası olabilirdi. Ancak Kahraman’ın bir evi vardı ve kredi borcunun bitmesine tam olarak 33 ay vardı.
Raporunun ortasında aniden elektrikler kesilmişti bankada. Bilgisayarı birden kapanınca, Kahraman ellerini havaya kaldırıp, sonra ensesine koyup esnemeye koyuldu. İyice uyku bastırmıştı öğlenin sıcağında. Gerçi banka ne kadar soğuk olsa da klimaların soğukluğu çok uçucu oluyordu. Güvenlikle birden göz göze geldiler, güvenlik hemen başını yere çevirerek seri adımlarla amirin odasına gitti. Kahraman güvenliğin bu hareketinden kendini sorumlu tutup biraz utandı.
“Metin” diye haykırırcasına bağırdı Güvenlik amirin odasından. Kahraman bir sorun olduğunu anlamıştı aslında ama zerre kadar umurunda değildi, hala uykusu dağılmamıştı.
Amiri basma tulumba gibi Metin ve diğer güvenlik dışarı çıkardılar. O an herkes ayağa kalkıp uğultulu sesler çıkarıyordu. Gerçekten garip bir andı. Sanki zaman yavaşlamış gibi. Sanki bir teypten çalıyormuşçasına “ölmüş mü, ne olmuş, ambulans lazım” sesleri sürekli olarak duyuluyordu.
Amirin ölümü bankadaki kişileri hemen hareketlendirdi doğal olarak. Az kişi olmasına karşın, herkes amirin önünde toplandı. Ambulans gelene kadar kimisi ilk yardım uyguladı, kimisi ağlamaya başladı. Kahraman olduğu yerde donmuş, gözlerini amirin boş gözlerine çevirmişti. Kaskatı olan vücudu herkesten bir adım geride açılan gözleriyle doğru orantıda bekliyordu.
Ambulans gelip amiri götürdüğünde yine herkes sürü gibi hareket etti. Öylesine sinir veren bir görüntüleri vardı ki, çalı peşinde koyun gibi geziniyorlardı. Kahraman da arkadaki çoban köpeğini simgeliyordu sanki. Bir de dilini çıkarıp soluklanmaya başlasa ne şahane olurdu. Güvenliklerden biri olan Metin, Kahraman’ın korktuğunu hissetmiş olmalıydı ki,
“Abi sen içeri gir istersen, bak kimse de kalmadı” dedi, çocuğa öğüt verircesine.
Kahraman çobanın yani Güvenlik Metin’in söylediğini harfiyen uyguladı. Önce bankanın sebilinden bir bardak soğuk su içti. Alnındaki teri çaktırmadan kolunun içine silip en yakın yere oturdu. Kendine gelmeye başladığında ayaklandı gariban. Koskoca bankada tek olduğunu anımsadı, gerildi iyice.
Olan bu ya… İçeriye 3 tane tamamen siyahlar içinde adam girdi. Kahraman’ı fark etmediler başta… Dışarıdaki de içeriye gelince bankanın kapısını kapattılar. O da bir şey mi, mekanik kepenkleri bile indirdiler.
Yavaşça maskelerini çıkarırken, “Adamı öldürmek kimin fikriydi?” Beriki, “Tamamen doğaçlama abi”. Deli gibi gülüşmeye başladı adamlar. Onlara kötü adam denmesinin en büyük sebebi buydu. Doğal ve üzücü olaylara aldırış etmezler ve kolaylıkla soğukkanlı olabilirlerdi.
Biri göz önündeki zaten kapalı kameraları ufak bir balyozla yere indiriyor, diğeri ufak kasaların önünde tek tek geçip garip bir alıcı ile uğraşıyordu.
Bu adamların profesyonel hırsızların önde gideniydi. Çünkü bankanın sireni bile çalmıyordu.
Tam 5 dakika 45 saniye sonra Kahraman’ın varlığı hisseden bir adam bağırmaya başladı. “ABİ, GEL, ADAM KALMIŞ.”
Kahraman o an bildiği tüm duaları etmeye başladıysa da hepsini karıştırdı. Elleri ayakları titremekten boşaldı. Şak diye yere düştü. Bayıldı gariban.
Adamlar bu sefer gülmedi.
---
Kahraman uyandığında garip bir yerdeydi. Gözlerini açmaya çalıştı ama bir şey fark etmeyince kör olabileceğinden şüphe etti. Minik bir ışık, bir yansıma aradı hemen. Ama yoktu. Gerçekten kör olmuş olabilirdi yada oda epey karanlıktı ve aslında simsiyahtı! Üstüne üstlük insanın burnuna keskince gelen çiş kokusu her yanı sarmıştı. Ellerini yüzüne götürmek, burnunu tıkamak istedi hararetle, ama yapamadı. Bağlanmış olduğunu hissetti iplerle. Sonra yaşadıkları bir bir aklına geldi.
Doğal olarak ellerini çözmeye çalıştı kendince. Ama işin garip tarafı sanki git gide sıkılaşıyordu ipler. İyice çözülemez hale gelip arapsaçına dönüyordu. Koku git gide artıyor, körlük derecesini görmek için yanıp tutuşuyordu. Her şey imkansızdı artık. Bağlı yaşayacaktı, yemeden içmeden en fazla yedi gün yaşarım dedi. Artık buna kendini alıştırdı.
Aradan çok geçmeden odaya nur indi. Yani Kahraman öyle sandı tabi. Cennete gibi hissetti beyaz ışığı görünce. Gerçek mutluluğa göz kırptı, gözlerinin varlığını sevinç nidaları ile kutladı. Ne çabuk öldüm diye de çok mutlu oldu.
Işığın ardından bir karardı girdi odaya. Kahraman gerçekle burun buruna geldi artık; kaçırılmıştı. Yağlı uzun saçlı adam bunu Kahraman’ın karnına yumruk atarak çoktan hissettirmişti bile.
“Bana bak lan. Öldüreceğiz biz seni.” Diye de konuşmaya başladı.
“Ben”… dedi bizimki, “Ne yaptım?”
“Bişey yapmadın lan, vuramadık seni orda, aldık geldik. Orda olman hataydı anlayacağın kaz kafa.”
Kahraman adamın haklı olduğunu hissetti gerçekten. “Hırsızların yanında ne işin var? Sen misin güvenlik”, diye dövündü sesli olarak. Hırsız keskin bir kahkaha attı. Bu hırsızların sürekli kahkahaları geliyordu. Adamlar hiç susmadan gülmeye başlıyorlardı sertçe. Kötü olmak sert ve acımasız gülmeyi gerektirir diye belletilmişti zamanında. Aynen uygulamada pürüz çıkartmıyorlardı bereket versin.
Terkedilmiş gibi duran, yerde bir iki tane fare gezen ama yan tarafta da çuval çuval para duran bir odadalardı. Bodrum falan olmalıydı ki bir tane Allah’ın kulu pencere açmamıştı. Kapılar da kapandı mı ses, ışık katiyen giremezdi artık. Hiçlik gibi bir yerdi orası. Dünyanın sifon merkezi gibi.
Kahraman bildik cümleleri tekrarlamaya başladı. “Ne isterseniz yaparım, yeter ki çıkarın beni buradan, lütfen.”
Üstüne üstlük hırsız da klasik sevenlerden çıkmaz mı: “Seni çok komik buldum… Yazık olacak oğlum sana. Adın ne lan senin?”
Kahraman “Kahraman abi.”
“Ben de Muammer, Kahraman’cığım. Hiç düşündün mü dünyada tanışacağın son insanı? Son ismi? Bak o şeref bana ait olacak.”
“Abi valla görmedim ben sizi.”
“Niye söylemiyorsun oğlum, gördün işte bizi. Tüm bankayı acayip deli bir sistemle soyduk. Tüm tirink paralar elimize geçti, kamera görüntüleri de yok. Bizi görmediğini söylüyorsan, vallahi delisin sen.”
“Yani abi anlaşırız diye şeet..miş..”
“Lan sus lan. Söz gümüşse sükut altındır Kahraman. Ölürken bile bunu sana hatırlatıyorum sanki bir daha ne işine yarayacaksa. Eşekler, cennet… Oh lan hayat sana güzel olacak bundan sonra. İş yok, güç yok…”
Hırsız ve kötü adamın içindeki öteki dünya aşkı coşmuş, anlattıkça anlatıyor, Kahraman’a hem ölüm korkusu hem de rahatlama duygusu veriyordu. Kahraman dellenmişti iyice. Gözü seğirmeye, tansiyonu tekrar oynamaya başladı. Adam oyuncak gibi elinde çeviriyordu kahraman’ı, sofrasına meze yapıyordu. En son eski mesleğinden bile bahsetti uzun uzun…
“Ah Kahraman, vay Kahraman… Uzun yol şoförlüğü bana göre değilmiş aslında…”
Adam tam 23 dakika 12 saniye kendi kendine muhabbet etti, aslında Kahraman zorla ha, hı sesini çıkartmaya zorladı kendini. Boncuk boncuk terlemişti, hatta artık tüm gömleği su içindeydi. Nefes alırken dokunan yerlerinden ürperti geliyor, korkusunu perçinliyordu.
17 Aralık 2009 Perşembe
Ait olmadığı şehrin altından yukarı kafasını kaldırarak hem de.
Herkes ona belletmiş “yerin yok” diye.
Sormadığı adam, çalmadığı kapı, sorgulamadığı sokak kalmamış orada.
İnci gibi dizilmiş evler içinde, ama o hepsinin dışında.
Gözyaşları güçsüzlüktür demişler.
Defalarca dökmeye çalışsa da katılaşıp yüzünden düşmüş, parçalamış.
Bunu görenler daha beter kızmış, kapının önüne atmış.
Kendini bilmeden yıllarca yürümüş o şehirde, kimliğini saklayarak hem de.
Gelmiş bir gün birisi ve tutmuş elinden.
Eşsiz mutluluğu denizden çıkarma, uzun kalabalık sokakların arasından tutunmayı görmüş. Zorlamamış kendini hiç, alışmış hemen.
Kabare yıldızı gökte kendini aramış.
Ama bulamamış.
1 Aralık 2009 Salı
Ha?
Geçen hayal ettiğim tek odalı evime kendi de dahil olduğundan beri şahane. Güzel bir evoda. Şu an ismini ben koydum. Ortada bir yatak, işlevsel kocaman bir masa, renkli uzun mukavvalarla ayrılmış giyinme kısmı, büyük gardırop, küçük duşa kabin, ufak bir mutfak, geniş ama yere yakın birkaç mobilya. Ama hepsi aynı odada. Tuvalet için bir şey diyemeyeceğim aklım tesisat ve nemlenmeyi almıyor. Büyük pencereler ama sürekli açık kalacak perdeler. Perdeleri seçmek zevklidir.
C ise plana dahil olup renklerden, döşemeden bahsediyor. Bu tutum her insanı huzursuz eder başta. Sonra fikirleri ne kadar yakın gelirse huzursuzluğunuz aynı hızla gider. Beraber yaşamaktan korkanlar vardır mesela: tehlikelidir bu tarz huylar. Beraber yaşayacak gibi davranmamak gerekir. Mesela:
“Kavuniçi perdeler için iyi. Mesela ben perdeden güneşin rengi gelsin isterim.” demekle;
“Perdelerini kavuniçi yaptırman odayı daha iyi aydınlatacaktır gündüzleri.” demek farklıdır. İkincisi korkutmaz, seni düşünüyormuş gibi yapar.
aslında yalan gayet. Önce kendini düşünmeyen kimse yoktur.
C’nin de kendini düşündüğünü hissediyorum. Öncelikle yetişme tarzı epey kendi ile yalnızlaştırdığı için tabi ki “kendi” için yaşamış. Kültür çatışmaları yaşanmıyor mu sanki. Aynı apartmanda başka dairelerde doğsak bile illaki yaşanacak şeyler. Açılan pencerelerin boyutları bir türlü tutmuyor insanlarla.
Kültür çatışması yaşanmıyor mu? Yaşanıyor. Bazen tutucu koşullanmalarımdan çekinip yok sayıyor ‘haklısın’ diyorum.
Belki o da öyle yapıyordur.
Kimsenin aslında ciğerini okuyamayız. Teknik olarak da imkansız zaten ve düşününce de çirkin bir söylem.
C’nin çocukları var evde. Bazen bölündüğünü düşünüyorum. Çocuklar yok oluyor zaman zaman, o an gerçekten rahatız. Birinin çocukları varsa diğerinin de otomatikman sahiplenme hissine hayranım. Senle alakası olmayan küçük canlılar. Ama sevdiriyor keratalar kendilerini. Yaşça büyük olmanın verdiği otorite ve ufak bekleyişler yalandan ebeveyn yapıyor seni. Esasen çılgın gelebilir ama sanki pratik gibi. Acayip şahane bir duygu. Evet çılgınca.
Köpek alalım mı eve?
Ah hayır.
C ile ilişkimiz yok sevda anlamında. Ama ne ki şimdi bunlar?
Sorgulamadan zamana bırakmak en güzeli. Ama fazla kuşkucu ama fazla sadık ama fazla gerilmiş. Hepsine benden bir rest. En yakın sırlarını açabiliyorsan şanslı say kendini.
Güneş doğudan doğuyor, kelime oyunlarına hep fırsat veriyor zaten.
23 Ekim 2009 Cuma
Bölüm 1: Şehir
Kaç gündür aklımdan o şehri çıkaramıyordum. Ancak bu meydanlarını, mağazalarını, insanlarını şeklinde değil de, logar kapaklarını, dozerleri, sokaktaki irili ufaklı çöpleri, mermileri. O şehir oldukça güzel bir şehir, aşağı yukarı hafifçe coğrafya bilgisi olan biri hemen bilir tam olarak nerede olduğunu; ünlüdür de en azından isim olarak muhakkak… bilindikçe büyüyen, büyüdükçe abartılan şehirler arasındadır artık, yine de nefes vermek, gürültüsünü dinlemek harikadır. En azından eskiden böyle bir yerdi burası, yaklaşık 80 yıl önce. İnsanlığınızı hatırlatan en ufak hisler bile sizi öylesine mutlu eder ki, anlar hiç bitmesin istersiniz. Bu şehir de bizim için böyleydi. İçimizde kalan insani duyguların, geçmişimizin ve güzel duygularla dolu olan hatıralarımızın bir bütünü. Şehre ikinci kez gelişim olmasına rağmen.
Eski zamanlama sisteminde gün 21.03, saat 14.35. Bunu hesaplamak hiç zor gelmiyor zaten. Kolumdaki saati hiç değiştirmedim, o hala geçmişte gün sayıyor, ben de. Güneş kavurucu değil elbet, ancak orada olduğunu gösteriyor. Mart kapıdan baktırmadan, biz sokağa dökülmüşüz o şehirde. Binlerce insan kuyruk oluşturmuş; koşanlar, bekleyenler… Kuyruğun dışındaki insanlarsa oradan ne kadar çabuk uzaklaşabilirim diye adımlarını geniş atanlar. Çocuklarını alıp koşmaya başlayanlar bile vardı. Bizde ise elimizde tomar tomar kağıtlar. Garip bir mürekkep kokusu yayıyor etrafa ve sıcaklığı ile okunmayı bekliyorlar. Tarafımızı ve okuyucuları bekliyoruz, birazcık geç kalmışlar… Seri ama sessizce konuşmaya çalışıyoruz aramızda; kimi boynuna boyunluğunu sıkıca dolarken, kimi sigarasının dumanını havaya yayarken, kimi gergin bakışları ile sokağı doldururken. “yoklar” , “neredeler?” ,“bizi bıraktılar belki…” “Umutsuzluğa düşmeyelim”
Son cümle beynimde dalgalandı, umutsuzluk.. umut..suzluk..düş…meye..lim… Ufacık bir odada dalga dalga ses yapılıyor gibiydi. Görüşüm buharlaştı, kanım ayaklarıma çekildi derken tam idrak edemediğim olaylar dönmeye başladı içimde. Aynı anda hem hafifliyordum hatta sanki uçuyor, aynı anda gittikçe yere düşüyordum. İçsiz bir kuyuda gidip geliyorum sandım aslında. Şimdi güneşi saklayan koca gökdelenlerden insanlar bize bakıyorlardı. Ben yerdeydim ve tamamen bilinçsizce rüyalar görmeye başladım.
Logar kapağından çıkan iki tane kötü kokulu adam başımdaydı, saçlarıma sokağın tüm tozu yapışmıştı ve üç beş kişi de çekiyordu beni. İlk gözlerimi açtığımda hayal-gerçek arası bir yerde bunları hissettim, belki de gördüm. Ama gördüğüm ikinci şey ise, umutsuzluğa düşmemiz gerektiği idi. Zaten bunu duymuştum çok derinden.
Aniden kaçışmaya başladı insanlar… Koşanlar, araya girenler, birbirini itenler, silah sesleri, çığlıklar, haykırışlar, trafik sesi. Bir curcuna içindeydi şehir. Alayı renkli sahnelere gümüşlükler mıhlanıyordu. Gelecek bu mu olacaktı? Görünmez olduğuma kendimi inandırmam uzun sürmedi, kimse ne beni arıyordu, ne bana bakıyordu. Polisler defalarca önümden geçiyor, benden habersizlerdi bile. Yerimden yavaşça kalkıp, olanları izlemeye koyuldum. Dağılan ağıtları toplamaya çalışırken sırtımdan hiddetle bir el çekti beni kendine…
"Ne yapıyorsun, kaçmalıyız, toplama onları.” O kadar seri ve anlaşılmaz söylemişti ki, birkaç saniye duraklayıp, ittirdim duvara doğru. Görünmezdim ben. Bugün dünyanın en tarihi günlerinden biri olacaktı, bunu biliyordum ve bundan asla kaçamayacaktım. Kahramanlığı asla memnuniyetsizliğin ardında bırakmadan savaşacaktım, bunun için doğmuştum.
Ayağımın önüne şans eseri ilerde kendi ölümüne kıvranan bir askerden silah düşmüştü. Askere üzülecek, gençliğine yanacak, ailesini düşleyecek bir durumda değildim, insanlığın en uzak noktalarını yakınlaştıramıyordum, belki sonraki işti. Belki derhal getirilmesi gereken bir haliyet-i ruhiyeydi. Ama önce korumak sonra savunmaktı.
Ben bir bedendim o şehirde, ruhumu hiç saymamıştım. Bir baş, bir asker, bir gönüllü. İnandığım işin şimdi en doruğunda bayrak dikmeye çalışıyordum. Zemin sert, vakit az, insanlar yok olmaya başlamıştı. Ne komik, hatta ne garipti. Bu güne kadar insan sevgisi ile yoğrulmuştuk. Bunun edebiyatından, müziğinden, sokakta bir oyundayken; “Sevin, sevilelim” ile beslenmiştik bugüne kadar. İçimizdeki yaratıklar içimizden çıkıp bizi yok etmeye kalkana kadar.
Elimizdeki elden çoğaltılmış kağıtlar, aslı okuyucuda olan kısa ama varlıklı bir dönem değişikliği bildirgesi idi. Bunu çoktan kabul eden insanlarla dolup taşan şehirde güçlerin istemediği bir bildirgeydi. Şiddet üzerine şiddet gerçekleşirken, verilen insan kayıpları kapatılmaya, yapılan ayıplar örtülmeye çalışınca kıyamet daha doğrusu kıyametler kopmaya başlamıştı. Yakın bir zamandı, aç, kayıp, sessizliğe kapatılan insanlarla çevrilmiş, elimiz kolumuz bağlı oturuyorduk. Yeni bir dünya gerekliydi, temizliği ile bizi kendimizden alan, insani değerler biçen. Hangi yüzyılda olursa olsun “insan”lıktan hiç uzaklaşmayan.
Kafamdan bunları usul usul geçirirken silahımı iki kez kullanmak zorunda olduğum için kulaklarım paralanıyordu. Belki durum bahanesi sadece kulaklarıma vurmuştu; o şeyi kullanmak zorunda kalmak gerçekten sadece mide bulandırıcıydı, bunu kabul etmemeye çalışıyordum. Kullanmaya devam ederken bacağımdaki acı ile bugün ikinci kez yere düştüm, toz ve toprak ile. Vurulmuştum… görünmez ben, görünmez kurşunlarla.
Şehrin ikinci yanını görmüştüm, gece. Ben askeri idarelere kapatılmadan önce son kez.
18 Ekim 2009 Pazar
Mahlukatıl Episoda 1
Boş bir odanın içinden çıkıp kıyıya kadar çıplak ayakla dolandım. Ayaklarımın altında yosun, cam parçacıkları, belki biraz da kalem uçları vardı. Çırpınca kanla karıştı, sonra pıhtılaştı ayağımın altındaki kesikler. Bu daha güzel bir görüntü teşkil etti iyileşene kadar. Halbuki ayak bu alışkındır kanatılmaya. Ayaklarınız adına daha az kanatalım ama. Ayakların takımı da vardır değil mi, bir ayak bir de diğeri ayak oldu sana ayak takımı. Bir çift ayak, ayak takımı demektir. Bazen sadece bir tek ayaklarımıza ihtiyacımız olmaz mı?
Ayaksız insanlar da vardır. Onların suçu olduğundan değil. Onların seçimi olsaydı bunu seçmezlerdi. Amenna kimseye ayağı yok diye suçlayamayız. Ama temeli belirleyen ayaklarımı işte önce bunun kabulünü havaya doğru edelim. “Teşekkür ederim ayaklarım var ve en iyi şekilde bakmaya çalışacağım” diye. Bazen çok abartıp bunu seremoni ile yapıyorum ki ayaklarım mutlu olsun diye. Onlar benim her şeyim. Ehemmiyeti en müteşekkürlü şekilde yansıtacağım Zeki Müren.
Kıyıda iki tane balıkçı vardı. Ne meşhur görüntü bu böyle, deyip görmezlikten geldim. İnsanı mutlu eden şeyler vardır: tokluk hissi, haklı olma hissi ve ara sıra yalnızlık hissi. Bir baktım da hepsi egolarımızın yanında çadır kurmuş maşallah kamp yapıyorlar. Bu ne ego? Veya bu ne ego. Mektebi idadinin son günü gibidir bu hisler. Evet yalnızlığımın en mümessili dakikaları. Lakin hilkat… olur mu insan bunu kabul etmeden insan? Nerede hayal gücünün yetisi? Vuzuhsuz hayaller peşinde değilim: herkesi hilkate inandıracağım peygamber duyguları ile. Böylece kalplerdeki zenginlik ile açlıklar, soykırımlar, sevimsizlikler anında vuku bulacaklar. Kendi muhayyel aleminde dersiniz şimdi değil mi?
Kesinlikle madam, matmazel, mösyö, bay, bayan, frau, hea, frolayn. Ben sizin kalplerinizi okuyabilirim en zulmet duygularımla.
Balıkçıların uzağı yönünde bu sefer ayakucunda yürüdüm ta kayığıma kadar. Bu sefer yorgun bitap durumum oldukça zorlamıştı beni. Gittikçe yorgunluk seviyesi arttı, arttı ve pes derken kendimi kumların arasında buldum. Anında gelen kum fırtınası ağzıma kumları doldurmuştu bile.
“KONUŞ BENİMLE. FOTOĞRAFINI ÇEKECEĞİM.”
“MERHABA GELECEK İNSANI!”
“EY MAHLUK, NEREDENSİN?”
Hava nedense pembeleşmişti. Demek ki baygınlığım oldukça uzun sürmüştü, kumlar gittikçe çoğalmıştı. Tükürecek güç buradan çok uzaktaydı. “Yardım” bile diyemiyordum ki çırpınmak umarım işe yarardı. Çevremdeki gülünç derecede yüksek sesle konuşan insanlar hiç durmuyordu. Pır pır pır sesler eşliğinde yardımdan ziyade oramı buramı çekiştiriyorlardı. “ELERAMA’YA GÖTÜRELİM BENCE”
Berisi “OLUR MU YA, AĞZINA KUTSAL SU DÖKELİM” diyordu.
İçim ürperiyordu bunlardan, yavaş yavaş ağzımdakileri dökünce onlar da rahatlamıştı ama. Ancak bir ara birisinin kafasının üzerinde bir buton gördüğüme yemin edebilirim. “Don’t panic*” yazdığını da gördüm. Ölsem de gam yemem dostlarım.
Beni kaldırdı bu haşereler, Elerama denen yeni bir haşereye götürdüler. Bir de komik giyinişleri vardı ki; hepsi pembe bir elbise giyip üzerinde mareşal rütbesi takan mı dersiniz, dilek ağacı gibi her yerine çaput bağlayan mı, yer yer gerek olmasa da yama yapan mı… Tam bir moron bozması beni kucakladığı gibi yaklaşık beş-yüz altı yüz metre kadar yürüdü. Sünnet çocuğu gibi de yürüyüşü vardı zaten, midem de bulanmaktaydı. Hepsi bir biri ardından gelirken Elerama’nın kapısı önünde midem ağzıma geldi ki, yanımdaki mahluklar kadar olmasa da rezillik diz boyu. Ama bir rahatlayışıyla Elerama haşeresiyle göz göze geldim ki, kendimi tutamayıp hem çıkarıyor hem de gülüyordum. Kafasına taktığı türlü kuş tüyleri, boynuna dizdiği gömlek düğmeleri, kulaklık uçları ile yaptığı kolye, kitabın üzerinden sendelet yapması o kadar görülmeye değer bir manzaraydı ki, bakışmamızla süzmem bir hatta kusmam da ikincil oldu.
Beni içeri alıp soymaya kalkan Elerama sanırım bir şifacı-büyücüydü. Odasındaki türlü türlü aletler, felaket habercisi gibi gezinen yardımcıları, iğrenç kokan rengarenk sular buna dalalet ederken bir yandan gözümü duvarlardan alamıyor, bir yandan da “GİDİN BE MANYAK SÜRÜSÜ” diyordum. Şaka maka dalgınlıkla o moron yarması beni tutup güzelce iğrenç kokulu bir döşeğin korkuluklarına bağladı. Çırpınsam da ne fayda, ellerindeydim o yaratıkların.
Deaaamı yarım.
14 Ekim 2009 Çarşamba
See
Follow the world they live in those
Colors were collected within a round
Current and coming and going, and those who do not know
Flags burned and rebellion from the low tones
Spirits rising into the sky from the earth for you
Pure and majestic than ever.
Rising and falling trying not to mut those
Those who forget where they went,
For what ever he lived not find
Playing songs for you
La la la la
Let's go into eternity
La la la la
Let's just lost unconsciously
La la la la
Inside the mind wandering as depleted,
Trying to locate a passenger
When the body of the spirit of betrayal.
Who says I can not see me
When you went, what took
This is a lie.
---
Another One
This is not civic places,
Again with the sound of a gun
Greenest most beautiful
The guy in the door of the castle is different,
There are another flag,
I do not know a sound rising from religion
Everything for God.
17 Eylül 2009 Perşembe
Low - Hatchet
Şimdi ben bu klibi blog'umda yer verdiğimden bir süre sonra Last fm'den sildiler. Buna bağlamamak gerekebilir ama... Flag Counter'da Amerika'nın amaçsızca 5 kere girişini de gördüyorum, belki de çoğalacak. Albüm linki mi verdim? Bence vermedim. Komplo bunlar arkadaşlar. Kahrolsun emerikan emperyalizmi.
Ayrıca Low adlı grubun myspace sayfası da var: http://www.myspace.com/low orada da çirkin bir klip ama güzel parçalar var. Müziğin evrenselliğine inanıp dinlemeye devam edeceğim ben.
Son olarak bu kadar fantezinin ardından belki yanılmıyorum diye de tehtid mesajı yazacağım:
Dear Low from Minnesota, now I believe that your music is not for Universal. You're making this for self. What a shame. I did not steal your album. I did not upload to rapidshare. We shared only a video. Yes.
6 Eylül 2009 Pazar
Yerkuşağı
Işıkları kapattığımda görüyorum. Amaçlardan oldukça uzak. Rüzgarlar eşliğinde varıyorum. Koşmak imkansız, havada bilinsizce uçuyorum.
Sonuna kadar sürse de, değişen bir ev. Kendimi veriyorum, sanki eriyoruz: bittikçe çoğalan yeşil bir hayale.
Yağmur bu üzerimize yürüyen. çiçeklerin kokusunun olmadığı bir dünyada, kollarımı açıyorum, sesleniyorum: "Kim var orada yine?"
Acımak isterken acınıyorum. Bizi ben yapan soruları tamamen unutuyorum. Yeniliğe kapanıyoruz şimdi, uçsuz bucaksız bir evrende sallanıyoruz sonra.
Bir de bakıyorum, sadece karanlık bir uykunun başlangıcıymış bu.
28 Ağustos 2009 Cuma
Mavi Mavi
Mavi gözlü olmak ister miydim diye sordum kendime, koltuğun kol koyma kısmında otururken. Birisi hayır dedi, diğeri evet dedi. Sakin düşününce, eğer mavi göreceksem neden olmasın?
Geçen gün çiçekçilerin önünden geçerken kokuyu içime çekmeye çalıştım ama hiç çiçek kokusu gelmedi, gülleri mavi yapmışlardı, kim bilir belki de kokuyu öldüren o idi.
Sanmak kavramaktan daha kötü gibi görünse de derinliği olan iki eylem arasında boşluk-i bir anlam yaratmak gerekir. Bu boşluğun rengi ise mavidir.
İster kitap olsun ister bir oyun, başka bir dünyaya yelken açar insan. Serin mavi suların üzerinde saatlerce başkası gibi bakar.
Dar bir mavi kot pantolonla bol bir mavi kot pantolon arasında rahatlık farkından çok kimlik farkı vardır. Kim olmak istersen o gün onu giyebilirsin. Bu bir gömlek, eşarp, çorap, etek de olabilir, ama bir elbise olamaz.
Yer değil gök çekimi olsaydı tüm insanlar o renkte kamufle olurdu.
Şarkıda adam* "mavi hissediyorum" diyor ve gerçekten üzgün olduğuna iddiaya girebilirim.
-
*Tom Waits
26 Ağustos 2009 Çarşamba
Pass Through The Glass
I drink wine at all.
For today, the most beautiful memories I've accumulated.
to breathe and survive as one.
a human.
silence.
we have accumulated in all the sounds.
Did you think we can beat?
as if a warm winter.
not born a child speaks:
"sounds, follow me, be quick"
because we actually like to have.
Although we do not ask we ask.
Although we carry the presence of love but not move.
I could see through the glass.
that's our future, our most beautiful.
Our most beautiful novel, our songs.
Our most beautiful memories.
under the trees, the silence of an oath,
We are away from everyone.
You think the light.
you asleep.
silent screams not enough to wake you.
"get up now, too late.
Time to go home."
I see now you can pass through the glass.
13 Ağustos 2009 Perşembe
“Koş Pesatrel, çok yakındalar.” Bütün gücümü sesime vermiştim. Baştan aşağı titriyordum, bunu yapamayacağımdan endişelenmiştim. Anında Pesatrel’in üzerine atlayıp kalkan olmuştum ve o görünmeyen kurşunlar bizi çok yakından sıyırmıştı. Öylesine tuhaf bir duyguydu ki, aklımdan sadece Pesatrel ve onun beyaz geleceği gelmişti. Ölmek için çok ama çok gençti ve hiç hak etmiyordu.
Hızlıca tünele girmeyi başarmıştık. Orada bizi dostlarımız bekliyordu, eğer sağ kaldılarsa. Yeterli silahı ve yiyeceği bulabilecektik. Tünel haritasını cebimden çıkardığımda oldukça yıpranmış ve yer yer silinmiş olduğunu gördüm. Felaketin bir habercisi olabilirdi, yenisini yapmak zaman kaybıydı. Yine de hislerle de ilerleyebilirdik, yanılma şansımız çok olsa da, bunu denedik.
Tünel’de çok az ışıklandırma vardı. Küf ve pas kokuları hakimdi sanki her yerde kan vardı, ölüm vardı… Ayağımızın altından geçen yaratıklar onlarla besleniyordu. Aşırı sıcağın yanında nefes almaya fırsat bile bulamıyorduk. Kafamızı kaldırmadan derin bir sükunetle ilerledik…
En son küçük bir deliğin içine de girdiğimizde sanki özlediğim bir kokuyu içime çektim. Geçmiş yaşamımda tattığım bir koku gibiydi, ama bunu bilmemin imkanı yoktu. Sadece koklamakla yetindim.
Bizi ilk karışlayan Meroma’ydı. Yüzünde bir gülümseme ile gözlerimizin içine baktı ve sıkı sıkı sarıldı. Ayrılalı yarım gün geçmişti sadece ama o yıllardır ayrıymışız gibi sıkıca sarıyordu. Bunu anlamak zor değildi, aslında hepimiz ölümle yüzleşmekten korkuyorduk.
Karargaha doğru yavaşça gittik.
30 Temmuz 2009 Perşembe
BEN
Ben de bir insandım ve saçma duyguları tabii ki taşıyacaktım.
Hızla yürümeye devam ettim. Sokak lambaları aşağı eğilmiş beni takip ediyordu. Bundan korku duydum, halbuki o evsiz ve şarapçı adam beni uyarmıştı bu konuda. Bazen insanların tavsiyeleri dinlemeyi unutuyorum, üzerine mükemmel bahaneler yazıp uygulamıyorum. Sevmiyorum da kısa bir özeti olabilir.
Koşmaya başladım bu sefer, onlar da benle beraber hızlandı. Ara bir sokağa attım kendimi, ama dövünüyordum geç kalacağım diye. Canımı da kurtarmam gerekirdi. Ara sokakta bir taş ayakkabımın içine girdi ve saatte 300 km hızla yokuş aşağı kaydım. Bu km ve zaman hesaplarında okulda iyi olduğum için tahminlerim oldukça iyidir. Bir eksik ya da fazla değildi. Bana zaman da kazandırmıştı. Teşekkür edip yola devam ettim.
“Bir dakika yahu” dedi taş, “seni bırakmak istemiyorum ki…” Sesinde oldukça alınmış bir ton vardı. Yıllardır tanışıyor gibiydik. Öylesine acıdım ki bir an, “cebime alayım mı seni?” dedim. Kaşlarını çattı, küfrediyormuşum gibi suratıma bakakaldı, “indir beni seni terbiyesiz, şu ağacın yanına koy hemen” dedi. Sessizce dediklerini yaptım. Gerçekten dediğimden pişman oldum. Taşın kalbini incitmek gerçekten kötü bir şeydir. Tekrar hatırlamış oldum. Belki affeder diye, ağacın yanındaki yosuna bıraktım. En azından, diye düşündüm, rahat bir uyku çeker. Ancak bir taş benden üstün olacak değildi. Canımı sıkmıştı bu durum, gittim tekme attım başka bir sokağa hızla uçtu.
Birden bir kova su boşaldı üzerime. Apartmandakiler durumu fark edip ceza mı veriyorlar, dedim. Ancak kimse yoktu sokakta, balkonlarda. Cezalandıracak bir koku yoktu havada. Sadece haylaz bir bulut tepeme dikilmiş su saçıyordu üzerime. Elimdeki boş evrak çantası da ıslanmıştı. Bu sefer elimle kovmaya çalıştım, gitti. Şu an ben de sinirlenmiştim.
Sokağın köşesindeki tek yön levhası, “etme bulma dünyası” dedi.
Bir de böyle her şeyi bilenlerin bilen konuşmaları çok sinir bozucudur. Gittikçe sinirledim, kıpkırmızı olduğumu kulaklarımda hissettim. Biri iğne batırsa uçarak giderdim sanırım!
Yoluma devam ettim, sen önemli birisin ve acil işlerin var, dedim. Harika motive edebiliyordum kendimi, neşelenmeye bile başlamıştım. Bir şarkı attım ağzıma, çiğneyerek yürümeye devam ettim.
-
İşlerimi halledip uyumaya çalıştım. Gözüme uyku girmiyordu, başkalarının gözünden almam gerekirdi. Yarın da çok mühim işlerim vardı yine tabii ki, diğerin uykularını önemseyecek değildim. Hızlıca deri taytımı, deri bluzumu, deri çizmelerimi, deri eldivenlerimi ve maskemi aldım. Her birinin başka renkte olması kamufleyi bozabiliyordu, ancak kendimi üzecek değildim.
Hızlıca çıktım. Bir eve açık bir pencereden tırmanarak girdim. Her şey mükemmeldi evde. Harika bir ahenk vardı ve dans ediyordu. “İyi geceler, uykunuz var mı?” dedim. Gözlerini kocaman açan ev sahibi kadın, saçlarını geriye doğru attı, “AH CANIIIIM siz mi geldiniz? Kek ister misiniz henüz pişti, yarın içindi ama yiyelim lütfen. Çay da oldukça taze, tabakları da yıkadım.” Kadın konuştukça konuşuyordu. Tertemiz ve jilet gibi ütülü kıyafetleri, gittikçe büyüyen mavi gözleri ile takım oluşturmuştu. Gözlerimi alamıyordum, ama her yere bakmaktan alamıyordum ve oldukça yorucu bir işti. Keşke birkaç gözüm daha olsa ne kadar kolay olur dedim, not defterime sonra almak üzere yazdım. Birden koca bir yemek masasının üzerinde birbirinden lezzetli görünen yiyecekler oluştu… kadın gözlerini açarak geldi, elinde puf eldiveni ile dikkatlice beni izledi. Bakışları beni iyice yormuştu.
Bina boşluğundan atlayıp rüzgarın etkisiyle ikinci katta bir eve girdim, şans o ki onun da penceresi açıktı ve bulut gibi yumuşak bir yatağa düştüm. Öylesine güzeldi ki yatak; elimi attığımda yakalayamıyordum, sürekli içine gömülüyordum, üzerimden geçiyor, oldukça eğleniyordum. Ne olduğunu, nerede olduğumu sormaya bile fırsat bulamamıştım henüz. Aklıma geldiğinde belki de bir saat geçmişti. Hoplayıp zıplıyordum yattığım yerde.
Üzerime bir kafa eğildi, “efendim bir isteğiniz var mı?”. Vay anasını ne kadar görkemli bir uşaktı bu. Üç metreye yakın boyu vardı, devasa bir tepsisi ile. Nereden buluyordu acaba bunca büyük eşyayı? Harikulade. “Var isteğim canım. Uykun.”
“Efendim şimdi saatime baktım da mesaim doldu. Yarın getirebilirim isterseniz. İyi geceler.”
Sinirlenmiştim. Tırnaklarımla parmaklarımı da yemeye başladım. Hızımı alamadığımdan her yer kan oldu. Şimdi daha da sinirliydim ve kulaklarımdan duman geldi. Aman tanrım, kendimi imha etmeye başlıyordum. Ama ben ben ben ben diye haykırıyordum. Pencereye kafamı çarpınca bir anda her yer bembeyaz oldu. Sonra mavi. Bir kız çocuğu geldi başıma, çünkü yatıyordum. Alice’e benziyordu. Her sarışın ve mavi balo elbiseli kız Alice’tir ya.
“Alice yalvarımım kurtar beni. Önemli biriyim ben” dedim, “İstediğin her şeyi alabilirim.”
Alice tuhaf bir şekilde yüzümü inceledi, omuz silkti, “Alice olduğumu nereden çıkardın? Ben niye kurtarayım seni ayrıca? Bence cezanı çeksen daha iyi olur. Biraz ben demezsin işte, tatil gibi.”
O an hatamı anlayıp dizlerine kapandım diyemem. Cezamı çektiğimde ben dememeye söz verdim sadece. O da cezayı bir süre daha azalttı. Ceza da defterlere sen,o, biz, siz, onlar yazmaktı. Lanet herifler. Kimse anlamadı ne kadar önemli bir ben’e sahip olduklarını. Ben işte ben ben ben ben.
10 Temmuz 2009 Cuma
Taklitçi
Yolsa kıvrılmadan yan taraftaki büfeden su almıştı.
Devrilen arabaların sesini uzaktan işitti.
-
Sesiniz hiç gelmiyor, dedi, biraz daha yükseltir misiniz?
Ayakuçlarında yükseldi sadece, sesini yükseltmeyi hiç öğrenememişti.
-
Ellerini sıcak tarafta tutmaya çalışırken soğuğun ne olduğunu çoktan unutmuştu.
-
Kalbiniz mi acıkmıştı? Aşk bile doyurmuyordu, çünkü zaten bu duygu hiç olmamıştı. Bunu öğrenemeden aşk sanıp, kutunun içine girmiştiniz bile.
-
Kayan zamanı düşündü, sanki yelkovanın üzerinde hissetti kendini, ancak tarihi döndürecek sabrı hiç bulamamıştı, gücü ancak güne yetti.
-
Bir itfaiye arabası hiç yangın olmayan bir eve yaklaştı, durdu, içindeki itfaiyeciler hızlıca indi. Hortumlarını çıkarıp eve su dökmeye başladılar. “Neler oluyor” dedik, “Yangın söndürebiliriz.” dediler. “Yangın yok ama,” dedik. “Ya çıkarsa?” dediler.
-
o gece hayali arkadaşı son nefesini verirken şunları söyledi, “diğerini hemen yanıma yolla”.
-
Paris’te bir gece her şey yerle bir oldu. Herkes Eyfel kulesine tırmanıp tüm şehri selamladı, kuleyi orta yere düşürdü, tüm yıldızlar saçıldı.
-
Hep içinden geldiğini söylerdi, bir türlü inanamazdık, ama gerçekten iç’inden geliyordu.
-
kıskançlık hepten yerilmiş bir duygudur, sakın ona inanıp arabasına binmeyin, şekerini almayın çocuklar.
-
bir müsaade istedi, ikincisine kendini kapattı, üçüncüsünde ise hiç sormadı.
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Uykunun Renkli Masalı
Cennetten daha uzakta sarf içinde yüzerken, dalga yüzüme çarpıyor. Kıyıya sürüklenene kadar uyanmıyorum, muhtemelen fazla su yutup heyecanlandığım için deniz gözlerimi kapatıp olanları görmemi istemeden kıyıya koydu. Şükranlarımı belirtip doğruluyorum. Biri olsa biraz daha naz yapıp karnımdan su çıkarın, derdim. Ama suyun karnımda durması gerekiyor zaten, ilerde ormanda ilerlerken ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Susarsam, tuzsuz kalırsam?
Müziklerle karşılıyor orman halkı. Yüzlerinde yeni gelen misafirin sevgiyle kavurduğu ışıltı var. Güneşin de etkisi yok değil, fazla siyahlaşmışlar sanki kurumuşlar. Önce içecek ikram ediyorlar, halbuki içmeye tok, ancak yemeğe açım. Söylemeye utanıyorum, kabile reisi pişirdiği Hindistan cevizini veriyor, ikilemeden ağzıma atıyorum. Yiyişimi izliyorlar, hatta çocukları taklit ediyor. Müziğin sesi yükseliyor. “gitmem gerek” diyorum, “sonra onunla beraber geliriz.”
Yanıma aldığım çantalara taş dolduruyorum. Sürünen hayvanlardan korkuyorum, ayağıma dolanıp havaya astıkları için. Canlarını acıtmak istemem, korkutmak yeterli. İnsanoğlu bu korkmak değil korkutmak ister. Yukarıdaki prense el sallıyorum, “Yine yaptım yapacağımı, kızma bana…” diyorum. Bazen havada süzülerek, bazen yürüyerek yeni yollar oluşturuyorum çünkü kimse daha önce gitmemiş. Bu beni daha fazla kahraman hissettiriyor.
Yolun sonundaki küçük kulübenin boş olduğunu görünce büyük bir umutsuzluğa kapılıyorum. İçindeki kırmızı koltukta oturur bir şeyler çalar, temizler ya da okurdu diye bildiğim için gerçekten üzülüyorum. Evin köşesinden dönüp ırmağa doğru gidiyorum. Ayakkabılarımı boynuma asıp su ile oynamaya başlıyorum. Ala renkli bir balık geliyor, “sen onu mu arıyorsun?”
“Evet” diyorum, “Nerede?”
“Pazara gitti. Ailemi satın alacak. Lütfen bana geri getirir misin?”
üzülmesin diye kabul ediyorum, bir daha görüşmek üzere ayrılıyoruz. Ancak görüşmeyeceğimizi bir ben biliyorum. Pazara gitmeye hiç niyetim yok. Ormanın avcısı ile karşılaşmak ölümden beter, sürekli konuşup büyüyor, şişerek hem de. Onu izlerken oldukça yoruluyor, uyuyakalıyorum. Bu da ayıp.
O pazardan gelene kadar nehirde elbiselerimi çıkarmış yüzüyorum. Çünkü çantamın içine hiç elbise koymamışım. Biraz utanmama sebep oluyor, biri çıkmasın diye çaylara doğru gidiyorum. Ancak elbiselerimi nereye koyduğumu unuttuğumda, ağaçtan bir elbise düşüyor, turuncu renkte. Üzerime geçirip ilerliyorum, yaprakların arasında kırmızı pabuçlar parlıyor. Islak olduğum için üşümeye başlıyorum, aniden rüzgar duruyor. Gerçekten şanslı bir gün, ancak saçlarımın da kuruması lazım.
Ben çayda yüzerken pazardan aldıklarını koyuyormuş o. Koşarak yanına varmaya çalışıyorum, ancak sanki hayali adımlar. İlerlemek bilmiyorum. “hey” diye bağrıyorum, “en azından sen gel.”
Kahkahalarla arkamı gösteriyor. Turuncu elbisemin kuşağından tutan avcı ışıldayan gözleri ile koca bünyesine bastırıyor beni. Güya sarılıyoruz ama soluksuz kalıyorum, gittikçe morarıyorum.
“avcı, dur dur. Nasılsın? İlerdeki ceylan sürüsünü sen de gördün mü?”
avcı ağaca dayadığı tüfeği alarak koşuyor ormanın içlerine doğru. “hu hu huuuu” diye bağrıyor bana, “çok teşekkür ederim”. Avcının en sevdiği hayvan ceylanlardır, özellikle yavru olanları.
Koşarak geliyor o bana. Saç tellerimi tek tek öpüp, “yalanların beni çok güldürüyor” diyor, burnumu, serçe parmağımı, köprücük kemiğimi öpüyor. Saçlarım kuruyup yorgunluğum gidiyor.
Çay oluyor ocakta, fokurdayana kadar kendini saklıyor ama. Sonunda dayanamayıp içmemizi söylüyor. Birer bardak koymaya çalışıyoruz, biraz daha demlenebilirim aslında, diyor. O şarkı söyleyerek açıyor, çayı bardağa boşaltıyor, yanına kek koyuyor.
Tüm düğmeleri döküyorum halıya. Tek tek dikmeye başlıyoruz, öyle komik desenler çıkıyor ki düğmelerinden uçmaya çalışanları iplerini koparıyor, içimize girip gıdıklıyor. Sonra o deniz kabuğunu getirip çalıyor bana, en sevdiğim şarkıyı. Ben de teşekkür ediyor ve halıya kıvrılıyorum.
Sarmal olup uyuyakalıyoruz.
7 Temmuz 2009 Salı
Sorunsuz
vize
havalanı vergileri
uçak bileti
yerel ulaşım
konaklama
yemek
festival bileti
çadır
tursitik ihtiyaçlar
Gerçekten zengin insanları sevmemeye başladım. Altı üstü Hasselt.
2 Temmuz 2009 Perşembe
Sessiz Telaş
Koridoru da sonsuz görmek muhtemelen gözümün bir numara daha artmasından kaynaklanıyor. Zaten onun varlığı bu kadar hayalperest yapmıyor mu, dünyaya baktığım buğulu sahnelerle…
Dosyalar, okunmamış kitaplar çanta olarak sırtımda her adımda ağırlaşırken, aslında daha önemli bir konu vardı. Olayı büyütmek zor değildi. Yine de o an için önemli olsa da bir yıl daha bu karanlık ülkede yaşayıp yaşayamayacağımı belli edecekti. Alakasız milyonlarca ağacın kesiliminden doğan sadece 150 parça beyaz kağıdın, siyah mürekkep hamleleriyle üzerindeki kurulu cümleleriydi. Bir ödev teslimiydi. Ancak içeriği, sırtımdaki, dünyadaki ve hatta beynimden çıkan minik kıvılcımların kağıtta toplanmasıydı. Belki biraz kendini bilmezce bir düşünceydi bu. Ama beni bir dönem de olsa tüm zevklerden, eğlenceden alıkoyan on hafta vardı içinde. Bu da herkes için pek kolay olmasa gerekti. Alıntısız, sadece bildiklerinin bir başka ağzı olacaktı. Bu benim bir özetim olacaktı belki de, hem de ondokuz yaşında yazdığım özetim.
Aslında bakmayın dünyavi zevklerden bahsetmek pek bana göre değil. Herkesin en basitçe yaşadığı hisleri, bildiği duygu ve birikimlerden yoksun olarak yemek yedim, arkadaş edindim, bazen uyudum veya günleri saydım. Bu istemli bir davranış yada hareket olmadı pek tabi. Merdivenlere ayak bastığım an tuhaf ve biraz ürkütücü resimlerin her yerde parlaması beni bu dünyadan alıkoydu. Sonrası klasik değil mi zaten, “evde yaşayanlar ve minik maceraları”. Makaraları ince tele dizip ilginç mekanizma kuranlar. Çadırda başka bir dünya yaratanlar.
Hepsi biz değil miydik?
Sessizce masaya bıraktığımda ödevi, içim rahattı.
Kaybedecek bir şeyin olmaması hissi gibi.
Erken Ses
Sonra kapı çaldı.
Kim o?
Ben.
Aslında sen.
Şimdi içeridesin ya, bazen bilinmiyor nereye oturman gerektiği. Tam ortaya koyamıyorsun, hiç hazır değilsin çünkü. Evden ses çıkmıyor, görülemiyorsun çünkü. Körleşiyor herkes aniden, sanki herkes siyah bir bant takmış gözlerine. Yok sayılıyorsun, ne senin hatan, ne de diğerlerinin ama… sadece benim olabilir, seni nereye koyacağımı bilemediğim için.
Böyle oturmalısın belki de, dış odalardan birine.
Ama şimdilik.
Gelmek mi isterdin?
Bilinemiyor, zaman akıyor. Saate baktıkça baş dönüyor. Gözler yavaşça akıyor. Zamanlama harikulade, ateş yanıyor, insanlar gülüyor.
Yine bir melodi duyuluyor. Uzaktan el sallayanlar. Gelip konuşanlar…
Gelip gitmeyenler. Sarılan ağaçlar.
Sonra yine kapı çalınıyor. Güzel bir cuma gecesi, hafif serin.
Gelen yine bir zarf, ikinci, birinci, üçüncü şahıs. Belki tekil, kimi zaman çoğul.
Merhabalaşılıyor.
Nereye koyuyorsun artık kendini.
Sadece kendin seçiyorsun.
Kim olman, ne olman gerektiğini.
Sadece sen.
Kimi zaman.
4 Haziran 2009 Perşembe
Cidden
Usulca yaklaşıp durdum. Belki de sahne gerçekten yavaşlıyordu. Cesaretin anında dönüşüp korkaklığa geçmesi an meselesiydi. Omzuna dokunacak bir mesafe yeterince yakın ama belki arada kilometreler, miller, yıllar vardı. Buna karar verecek kadar bilgili değildim. Hatta bildiklerim bilmediklerimin yanında bile olamazdı.
Milyonlarca kelime geçti aklımdan. Ustaca seçip ve birleştirip hiç aksamadan çıkarmadık istedim büyük bir ustalıkla. Bunu yapamayacağımı biliyordum. Geçmişte hazırladıklarımı söylemeye karar verdim. Fakat o an anladım ki aklımdaki tek şey cesaret, özgüven, huzur; korku, rezil olma gibi iç içine girmiş durum ve ifadelerdi. Kavram karmaşası. Kendimi değiştirecek yada başka biri olacak değildim. Nasılsa geçmişte yapılan hazırlık konuşmalarının hepsi uçmuştu aklımdan.
Ne, ne, ne söylenmeli ki etkilenmeli. Ama ne? Otuz beş binde bir şansım vardı, bugün beni bulmuştu geri kalan günlere rağmen. Güzel, açık bir gündü. Gölgede esiyor, belki bir hırka gerekiyordu. Yeşil bir tepenin üzerinde, olması gerektiği gibi. Ancak güneş ise fazla yakabiliyordu. Güzel bir gündü.
Belki de yaratıcılığın sınırlarını zorlayan bir şey bulunabilirdi. “Bugün ölebilirsin, bugün öleceğin güne daha yakınsın, bu gün geri kalan hayatının ilk günü…” Klasik, farklı olma çabasının tamamen içine çöktüğü mükemmel baş yapıtlar!
Acaba güzel görünüyor muyum? Bu soruyu düşünmeyeli epey zaman geçmişti. Makyajım akmış mı, saçlarım dağılmış mı, gözlerim şişmiş mi? Bu tarz durumlara bakış açısının saçmalığı aslında küçümsenerek azlığın yanındaydım. En ilkel ama herkes tarafından geçerli bir boyut. İşte bu tamamen normal sayılabilirdi.
Bazen hayatımızdaki seçimleri yargılayan bir jüri olduğuna inanıyorum. Niye diye sorgulayan her eylemi, kızan bir jüri. Bıyıklı amcaların, topuklu teyzelerin ciddi ciddi oturup, ceket giydikleri bir ortamda. Selam falan kabul etmezler, çünkü süper egonda acımasızlık yönetim şekli, korku dini, anayasası tektir ya.
Yada her şeyi unutup başa dön, masana otur. Tost da soğuyor. Böylece kaybetmekten korktuğun şeyler yerinde kalır. Ne ki? Gurur mu? Ne gururu yahu? Sanki büyük bir hikaye var gibi… Rezil olmak mı? Belki de sadece hoş bir anı kalabilir.
Kendime sordum, poker masasında gibi, “kaybetmeye yada eğlenmeye var mısın?”. Kartlar lütfen. Sorum sonrasında minik bir kahkaha ile bütünleşince daha çekici olmuştu bile.
Aslında cevap hayırdı.
Ama denedim.
Tık tık (omza dokunuş sesi).
“Efendim” şeklinde gözleri açma ifadesi. Anında oluşan bir düşünce; acaba bu o mu? Yoksa sadece iki defa gördüğüm için içimde büyüttüğüm bir kahraman da, şövalyemiz bugün sıradan ve boş gözlerle dünyaya tanıdığı bir günde mi?
Önce rahatlama gülüşü vermek gerekir. “Korkma her şey yolunda, bir şey düşürmedin.” Ve samimi olmak için bir gösterge gerekir. Ne abartıya kaçacak ne de çok soğukluk yaratacak. Gülümseyiş altın gibi bir şeydir, aynı anda “iyi biriyim, belki gülünce hoş biriyim, hava ne güzel, ceketiniz size çok yakışmış” gibi bir yatırım olabilir.
“Merhaba ben..— ” cümlenin sonu gelmeden olduğu yerden biraz daha yakınlaştı. Hani bu birinin ağzı ve diğerinin kulağının paralel olması gibi. Boyunun kısalığını hatırlatır aslında çocuk gibi hissettirir. Baba gibi davranmıştı yahu. Ancak yetişkin gibi düşündüğümde ortamdaki gürültünün vikleyen ses tonumla gerçekten ters orantıda olduğunu hissettim. Pii, bu sefer daha yüksek sesle “MERHABA” diyorum “Ben C…”
sükunetini koruyan şövalye gözlerindeki şaşkınlık edasını atamamıştı. Bir şey mi satıyorum, bir şey mi istiyorum çözme çabasında olduğuna eminim. Bir de kelimelerimin arasında yıllar vardı sanki. Anında ben de düşündüm, gerçekten ben ne istiyordum ki? Kendime bunun cevabını vermeden ona ismimin baş harfini vermiştim.
Bazen çok bonkör olabiliyorum.
Kafam karışmıştı yine. İnsanın ne istediğini bilmeden harekete geçmesi aslında çok lanet bir şeydir. Zaten diğerleri hep ne istediğini bilenlere taparlar. Ne istediğini bilmek, ne istediğini bilmek! Aman ne güzellik şu sefil hayatlara. Ama bilmeden de harekete geçmek pek fena yapabilir de durumu. Aslında bence işin gerçekten tuhaf yanı, kendime ne istediğimi sormayı unutmuş olmamdı. Belki salaklık, ani duyguların beyne girmeden harekete geçmesi diye yorumlamak istedim.
Bunlar geçerken aklımdan yüzünü inceliyordum. Gözleri güzeldi, ama renkli olduğu için değil. Zaten renkli de değildi, kahverengi. Çoğumuz gibi.
Hala bakıyor, aslında bekliyordu. Ne kadar sabırlıydı acaba? Bense gözlerimi kaçırmıştım. Hatta sırf bir kaçırmayla on kilometre uzaktaydım sanki. “C.. ne?” Ceviz misin, Cezayir mi, Cemil mi, canavar mı, Ceyda mı…
Ne yapıyor, ne istiyordum?
Hiç-bir-şey den öte istediğim bir şey vardı, ismimin baş harfini şiddetlice geri almak.
“Bence bmc” dedim. İçimdeki kahkaha turfanı dudaklarıma yansımadan, hızlıca.
Umarım ne dediğimi anlamamıştır. Anlasa bile ne hissedeceğimi anlatacak değildim ya.
Cidden.
14.05 perş. 00.05